Aslında işe yaramadığını düşündükleri için mezarlığa verdiklerini biliyordu. Göz önünde olmasından rahatsız olanlar onu mezarlığa vererek gözden kaybolmasını istemişlerdi..
Pek umursamadı ilk sıralar. Ancak aradan günler haftalar geçince onu mezarlığa göndermelerinin altında beceriksizliği yanında fakirliği ve kimsesizliğinin de rolü olduğunu anladı.
Hatta en fazla bu yüzden olduğunu düşünmeye başladı. “Eğer fakir ve kimsesiz olmasaydım her türlü beceriksizliğime tahammül eder, hatta iltifat ederlerdi,” diye düşündü.
Mezarlığa sürüldükten sonra olaylara daha doğru baktığına inanıyordu. Öyle ki işe gelip gittiğiyle dahi kimse ilgilenmiyordu. O da bunu fırsat bilerek ta çocukluğuna gitmiş, yaşadığı olayları tek tek hatırlayarak buralardan nasıl dersler çıkarabileceğini anlamaya çalışmış. Arada bir de mezarlığı geziyor, mezar taşlarına yazılan yazıları okuyor, mezarların büyüklüğü, süsü, bakımı ve pahalı taşlardan ve mermerlerden yapılışlarına bakarak buralarda yatanların ne kadar varlıklı oldukları hakkında tahminler yürütüyordu.
Mermerden ve kesme taşlardan yapılmış mezarların ziyaretçileri pahalı arabalar ve pahalı kıyafetlerle gelirlerken, üzeri toprakla örtülü, başka da hiçbir şey olmayan sade mezarların ziyaretçileri ya yürüyerek geliyorlardı ya da eski püskü arabalar ve kıyafetlerle geliyorlardı. Böylelikle oturdukları mahalleleri ve evleri de tahmin ediyordu. Hatta arkadaşlarını, dostlarını bile tahmin edebiliyordu.
Son zamanlarda gördüğü tuhaf rüyaları ise mezarlığa sürülmüş olmasının verdiği can sıkıntısına bağlıyordu. E kolay değildi, bunca zamandan sonra...
Son bir aydır hemen her gün aynı rüyayı görüyordu. Çok düşünmesine rağmen bir anlam veremiyordu.
Günün birinde gene mezarlığı dolaşırken, ortalarda bir yerde üzeri otlanmış, taşları yan yatmış, neredeyse kaybolacak bir mezarın başında birini ağlarken görür. Önce pek dikkat etmez. Zira burası mezarlıktı ve sevdiğini kaybedenlerle doluydu. Gelenlerin ağlaması, üzülmesi çok da yadırganacak bir durum değildi.
Buna rağmen yanından geçerken göz ucuyla adamı süzüyor, tanımaya çalışıyordu.
Beyefendi birine benzeyen adamı bir türlü tanıyamaz. İlk kez görüyordu. Son derece temiz ve şık kıyafetli adam üstelik buraların insanına benzemiyordu.
Kafasında sorularla geçip gitti. Epey bir dolaştıktan sonra mezarlığın girişinde, iki odalı, mutfak ve tuvaleti olan makamına geçti.
Çıkarken koyduğu çay suyunun kaynadığını görünce demledi, pencerenin kenarındaki divana oturdu, az önce gördüğü adamın bindiği son model pahalı arabayla uzaklaşmasını seyretti.
Pahalı araba ve pahalı kıyafetlerin içinde buraların insanlarına benzemeyen adam…
Yurtdışında yaşıyor olmalı diyerek çay koymak için kalktı.
Ertesi gün dolaşırken aynı adamı, aynı mezarın başında gördü. Adam bir önceki günden daha perişan haldeydi. İçinden yanına gidip teselli etmek geçti, ama gitmedi nedense. Gidemedi. Ayakları gitmesini engelledi. Gitme demişti ona içinden bir ses. O sesi dinledi, gitmedi. Ama içini tuhaf bir korku sarmış, dünden farklı olarak adama karşı garip bir yakınlık hissetmişti. Sanki konuşsalar akraba çıkacak, sarılıp dertleşeceklerdi.
Gerçekten mümkün görünmüyordu. Bu sade mezarın konforlu ziyaretçisiyle ne tür bir yakınlığı olabilirdi ki? Elinde olmayan bir ürperişle kalbini ve aklını meşgul eden garipliklerin farkındaydı. Daha önce hiç yaşamadığı duygular içindeydi. Başına yeni dertler açmaktan korktuğu ve gereksiz bir çıkışla adamı rahatsız etmek yüzünden daha kötü bir yere sürgün edilebileceğini hatırlayınca, uzaklaşıp gitti.
Adamın arabası aynı yerdeydi. Farklı ve pahalı kıyafetlerle, gözyaşı içinde arabasına bindi, uzaklaştı.
Gece zor geçiyordu. Eğer adamı bugün de aynı mezarın başında görse, konuşacaktı. Üç gün üst üste niçin gelirdi bir insan? Kimdi bu adam? Nereden geliyordu? Gösterişsiz mezarda yatan neyiydi?
Onlarca soruyla geçirdiği gecenin sabahında bu kez özellikle ve merakla adamı başında ağlarken gördüğü mezarın bulunduğu yere gitti.
Adam yoktu.
Uzaklaştı, bir servi ağacının gölgesinde bulduğu taşa oturdu, bekledi.
Kesin konuşacaktı bu sefer. Soracağı soruları bile hazırlamıştı.
Dün gece o tuhaf rüyayı görmemişti. Tam olarak hatırlamadığı rüyanın bu adamla yapacağı konuşmayla bir ilgisi olup olmadığını aklından geçirse de ‘buralı bile değil’ dedi, vazgeçti düşünmekten.
Adam göründü. Bugün de şıktı. Üç gün, üç ayrı kıyafet...
Adam mezarın başına oturdu, dua etti, az sonra ağlamaya başladı.
Kalktı, yanına gitti, başında durdu, sessizce bekledi.
Adam onu görmesine rağmen ilgisizdi.
Omuzuna dokundu, “Başınız sağ olsun,” dedi.
Adam başını salladı sadece.
“Mezarlığın bekçisiyim,” dedi. “Yakınınız olmalı. Yapabileceğim bir şey var mı?”
Adam az önceki gibi başını salladı, ama bu sefer hayır anlamında salladı.
Yan tarafta yarısı toprağa gömülü, muhtemelen düzleşmiş eski bir mezara ait taşa oturdu.
Adam ağlıyordu. İç çekerek ağlaması bittikten sonra ayağa kalktı, ona baktı.
“Sağ olun... Annem…” dedi adam.
Bekçi şaşırdı. O zaman buralı dedi içinden.
“Tekrar başınız sağ olsun. İlk kez görüyorum sizi. Dışarıda olmalısınız.”
“Evet,” dedi adam.
Arkasından, “Otuz yıldır İsviçre’deyim,” dedi.
“Hımmm,” dedi bekçi.
“O yüzden gelemediniz demek. Sanmıştım ki…”
Adam sözünü kesti.
“Yeni öğrendim.”
“Anneniz olduğunu mu?”
“Evet.”
Bekçi gördüğü garip rüyaları hatırladı. Daha doğrusu hatırlamaya çalıştı. Sanki bir bağ vardı aralarında.
“Şey… Üzüldüm.”
Adam gözyaşlarını cebinden çıkardığı mendille silerken konuşmaya çalıştı.
“Beni doğurduktan birkaç gün sonra cami avlusuna bırakmış. Alıp evine götüren amca karısıyla birlikte ölünce bir daha yetim kalmışım. Bu sefer yurtdışında yaşayan ve aynı mahallede oturan, o sırada burada izinli olan bir aileye vermişler. Ben gözlerimi onlarla dünyaya açtım. Annem, babam, arkadaşlarım, okulum, işim İsviçre’ydi. Türk ve Müslümandık, ama İsviçre’de doğmuş, büyümüştüm. Bir yıldır gördüğüm rüyalardan rahatsız olduğumu söylediğim annem her şeyi anlattı. Onun üzerine atladım geldim. Öldüğünü burada öğrendim. Gerisi biliyorsun.”
Bekçi, gördüğü rüyaların sebebini öğrenmekten korktu.
***
Hayırlı Bayramlar...