Ülkemiz 1950’lerde çok partili sistemle tanıştı. Totaliter rejimle perişan edilmiş olan Kürtler tek partili iktidardan kurtulmanın sevinciyle Demokrat Parti’yi kurtuluş olarak gördüler. Sürgündeki Kürt beyleri ile aşiretler arasındaki mektuplaşmaları eski mebuslardan Mahmut Altunakar’ın kitaplaştırdığım anılarında yayınlamıştım.
Eski Başbakanlardan Ferit Melen o yıllara ilişkin anılarında"...Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) 'zenginleşmesinler, okumasınlar' şeklindeydi. Örneğin, yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı.’’
Şark Islahat Planı, Takriri Sükûn Kanunu ve Mecburi İskân Kanunu gibi uygulamalar büyük bir coğrafyayı nefessiz, ekmeksiz, verimsiz, eğitimsiz bırakmıştı. Demokrat Parti iktidarında Kürtler; hem temsil hem de, özgürlükler anlamında azda olsa demokrasi oksijeninden nasiplenmişti.
1960 askeri darbesiyle bu süreç farklı uygulamalarla geri geldi. 1925 Şeyh Said olaylarının travmasını henüz atlatamayan ülkede, sistemin en zayıf halkası olan Kürtler tekrar hedef tahtası oldular. Kürt aydınlarının kominizim faaliyetlerinde bulunduğu ve Rusya yanlısı bir Kürt devleti kurma heveslerinin olduğu algısı oluşturuldu. Peşinden” operasyonlar başladı.
Bugün Kürtlere giydirilen ‘ PKK’lı gömleği’ o yıllarda komünist, irticacı, dinci, Barzanici şeklindeydi ve baskı enstrümanları bu gerekçeler üzerinden geliştiriliyor, kamuoyu böyle manipüle ediliyordu. Sonuçta darbeciler; Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt aşiret ağasını ve aydınını mahkeme kararı olmadan Sivas'ta bir kampta topladı. Siyasi rehin olarak aileler üzerinde kullandı.
Bütün bu uygulamaların siyasi uzantısı ise tartışmasız biçimde CHP idi. Hatta sürgüne gönderilen Kürt aydınlarını, aşiret reislerini bizzat CHP’lilerin ihbar ettiği sonraki yıllarda çok sayıdaki belgede yer aldı.
27 Mayıs askeri darbesinden sonra, DP’nin siyasi mirasını sahiplenen Adalet Partisi Kürt sekülerizmini keşfetti ve aşiretleri potasında eriterek süreci yönetti. Bana göre bu süreç aynı zamanda Kürtlerin kısmen de olsa ‘kendilerini onarma’ dönemi oldu.
1980 Askeri darbesine kadar ülkedeki siyasi çalkantılar ‘’Sağcılar- Solcular’’ arasındaki çatışma olarak algılandı. Benim gazeteciliğimin ilk yıllarına denk gelen 12 Eylül 1980 darbesi tek kelimeyle insanlık kıyımıydı. Türk, Kürt, sağcı, solcu ayrımı yapmadan toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti. Yine en zayıf halka ve potansiyel tehlike olarak algılatılan Kürtler darbede öylesine ağır bir bedel ödediler ki… bu sayede önceleri sıradan bir fraksiyon olan PKK türedi.
Siyasi iklim, Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar, askerlerin şark bölgelerini ‘düşman topluluk’ gibi algılatmaları, her gün yayınlanan sıkıyönetim bildirilerindeki, ayrıştırıcı, ötekileştirici, kışkırtıcı dil, köylere, evlere düzenlenen baskınlar. Sıradanlaştırılan toplu işkenceler, oluşan mağduriyetler terör örgütü PKK’ ‘ya propaganda aracına dönüştü.
( 1980-1990’lı yılları anlatan 330 sayfalık GÜVERCİNLER VURULURKEN romanımda bütün bu yaşananları anlatmıştım. )
Ülke siyasetçileri; zahmetli, riskli, meşgalesi çok olan bir meseleyi çözmek yerine onu askere havale ederek yine işin kolayını bulmuşlardı.
Askeri yönetimce kapatılan CHP’nin yerine kurulan SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Kürtlerin içine düştüğü siyasi boşluğu dolduracak hamleyi yaptı. Kürt seçmeni ‘Merkez Sol’ diye tabir edilen alana çekmeyi başardı. 1991 Genel Seçimlerinde Halkın Emek Partisi (HEP) ile ittifak yaptılar.
O dönemde Diyarbakır Söz gazetesinin başındaydım. Hep yazıyordum; İçeriği olamayan, kapsamı yeterince dillendirilmeyen sadece seçimleri kazanmayı amaçlayan bir ittifaktı bu. İttifakın çok kısa süreceğini yazdıkça saldırılara maruz kalıyordum. SHP arkasına aldığı Kürt oylarının rüzgarıyla seçimden zaferle çıktı.
Ancak diplomatik donanımdan ve liderden yoksun, Kürt milletvekilleri 6 Kasım 1991 tarihinde halkın gerçek beklentisi olan uzlaşıyı provoke etti. Leyla Zana’nın TBMM’sinde Kürtçe yemini. Hatip Dicle’nin başka şeyler söylemesiyle tekrar kılıçlar çekildi.
7 Kasım 1991 tarihli köşemde MECLiSTE LEYLA ZANA ŞOVU yazımı yayınladım. Rahmetli Erdal İnönü’nün heba edilen emeğine ve Kürt seçmenin yaşadığı hayal kırıklığına vurgu yaptım. O yazıdan sonra da ilgili çevrelerce ‘istenilmeyen gazeteci’ ilan edildim. Çokta ağır bedeller ödedim. Diyarbakır’ı terk etmek zorunda kaldım. 31 Mart 1992'de HEP kökenli milletvekilleri SHP'den istifa etti. Bir sonraki yıl ise HEP anayasa mahkemesi tarafından kapatıldı. En ağır çatışmaların, en kanlı olayların yaşandığı korkunç bir dönemin tanığı olduk.
Asıl konumuza dönecek olursak;
Türkiye siyasetinin doğal akışını değişten 7 Kasım 1991 seçimlerinde; Kürtler hem oy potansiyelinin, hem de ortak siyasal cephe oluşturmanın gücünü keşfettiler. Bu tarihten önceki dönemlerde Kürt siyasal hareketini merkez sağ ve merkez sol partiler entegre edebiliyordu. Ağaların, beylerin, aşiret liderlerinin, şeyhlerin, tarikat mensuplarının toplum üzerindeki siyasi etkisi de azaldı. Bölgede halen siyaset ağaları var. Lakin sadece belli bir çıkar grubu üzerinde etkileri bulunuyor.
Yakın tarihimizde Kürtlerin en çok kümelendiği 2.Parti ise bana göre Ak Parti oldu. Erdoğan’ın Kürtleri kategorize etmeyen yaklaşımı doğu illerinde ciddi karşılık buldu. CHP’nin İl başkanı dahi bulamadığı illerde (HDP barajı aşamadığı için) 1. Parti olacak kadar yer edindi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli, en kapsamlı toplumsal uzlaşma projesi kabul edilen ÇÖZÜM SÜRECİ ülke gündeminde tartışılmaya başlandı. 2009’da başlayan Oslo Görüşmelerinde AK Parti diğer siyasal partiler tarafından yalnız bırakıldı. Kimse elini taşın altına koymadı.
Sürecin koordinatörlüğünü yürüten dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la bir programda konuşmuştum. Siyasi partiler randevularına cevap bile vermiyordu. Başbakan Erdoğan, 1 Ekim 2012’de demokratikleşmeye ilişkin 63 maddelik bir yol haritası açıkladı. MHP ve CHP’nin tutumu aynı dönemde çok sertleşti. İzmir gibi kentler bayraklarla donatıldı, karşı tavır geliştirildi. Devletin kendi içindeki görüşleri de çözüm sürecini zora soktu. Zaten çok kırılgan olan siyasal zemin bunu fazlaca da taşıyamadı. Devlet içindeki hiyerarşiye Erdoğan’dan daha çok hakim olan FETÖ grubu, süreci bloke etmek adına peş peşe eylemleri harekete geçiriyordu. (Çözüm sürecinde Fetö faktörü ayrı ve çok değerli bir araştırma konusudur)
‘’PKK’ya asla silahı bırakma’’ diyen ülkelerde çözüm sürecine dâhil olmak istiyordu. (Fransa, ABD, İngiltere ve Almanya gibi). Zaten örgütte silahı bırakmaya pek niyetli değildi. Siyasal zeminde bulunacak ne özgüvenleri, ne donanımları nede vizyonları vardı. Ölmek ve öldürmek dışında yetenekleri yoktu. Duran Kalkan bu sürecin katillerinden biridir.
17 Mart 2015’te Selahattin Demirtaş’ın TBMM grup toplantısında “Seni Başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla süreç noktalandı. Bu dönemde o kadar çok olay yaşandı ki… AK Parti’nin halet-i ruhiye si bozuldu. Bütün yapılanlar, yaşananlar yok sayılarak tekrar başa dönüldü.
16 Kasım 2013’te Başbakan Erdoğan’ın, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Lideri mesud Barzani ve sanatçı Şivan Perwer’la Diyarbakır’da yaptığı mitingde söylediği “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun bir olduğunu, beraber olduğu birlikte büyük Türkiye yeni Türkiye olduklarını göreceğiz. Hiç endişeniz olmasın.’’ sözleri artık tarih olmuştu.
PKK’ya ve uzantılarına artık anladığı dilden cevap verilecekti. 2018 Genel seçimleriyle MHP-Ak Parti Cumhur ittifakı kuruldu.
Otoriterleşmenin doğal sonucu olarak Millet İttifakı bloku oluştu. Ak Parti’nin dört taşıyıcı kolonlarından biri olarak hep yazdığım muhafazakâr Kürt seçmenler (HDP’ye asla oy veremeyen, CHP ile mesafeli olan) kesim boşlukta kaldı.
Geçtiğimiz hafta, Diyarbakır, Adıyaman, Şanlıurfa ve Elazığ illerini kapsayan bir seyahatim oldu. Erdoğan’a asla laf söyletmeyen, tanıdıklara uğradım. “ Küskünler” sözcüğü yeterli değil. Hükümetteki bazı bakanların kullandıkları dilden öylesine incitilmişler ki… Parti’nin adını bile anmak istemiyorlar.
Her seçim dönemi doğu illerini gezerim ve gözlemlerimde az yanılırım. Ak Parti’nin bu kez doğu bölgesinde işi çok zor. Bir incitilmiştik, ötekileştirilmiştik, dışlanmışlık duygusu his ettim.
Oysa siyasi tarihimizin hemen her döneminde seçimlerin kazananı ve kayıp ettireni olan Kürtler Çözüm Sürecinde, Gezi Olaylarında, 17-25 Aralık’ta, Hendek-Barikat provokasyonunda, 15 Temmuz FETO darbe girişiminde, Ak Parti hükümetini hiç yalnız bırakmamışlardı. Şimdi durum gerçekten çok farklıydı.
Özetle; 2002’den beri ‘Son yerel seçimler hariç’ HDP ve AK Parti’de konsolide olan stratejik seçmen kitlesinin yeni rotası CHP/Millet ittifakı olabilir. ( Selahattin Demirtaş’ın burada son sözü de önemli) Bir duruma daha vurgu yapmak lazım. Muhafazakâr Kürtler arasında Ali Babacan adı birkaç sohbette geçti. DEVA Partisi, yerinde, zamanında bazı dokunuşlarla doğu illerinde sürpriz yapabilir. Abdullah Gül’ünde doğu da ciddi karşılığı olduğunu belirtmeliyim.
Önümüzdeki genel seçimler aynı zamanda, başkanlık sisteminin yeni çizgisi ile örtüşen milliyetçi, güvenlikçi, devletçi ve yasakçı politikaların da onayı, yada sistemin tamamen reddi anlamını da değerlendiren /düşünen Z kuşağını ise ayrı bir yazıda değerlendirmeye çalışacağım.