Bükülmüş beline rağmen sert ve hızlı adımlarla avludan girer girmez iki elini havaya kaldırdı, baş hizasında sallayarak avlunun ortasına kurulan tahta divanların etrafından dolandı, kapıya yürüdü.
İsmihan içeriden onu duymuştu.
Hışımla kapıya çıktı.
Eşikte durdu, Rabia’yı karşıladı.
Rabia, o buğulu sesiyle inilerken bir yandan da var gücüyle kollarını sallıyordu.
“Havar, havar, havar...”
İsmihan soluk mesafesindeydi.
Rabia sarıldı, bağrına bastı, yüreğinden kopan parçaları burnundan atıverdi.
Sürü şafağa iniliyordu. İt, hindilere koştu. Köylüler tütün tarlalarından dönüyordu. Serçelere, güvercinlere, buzağılara bağıran İdris bu tarafa baktı.
İsmihan burnunu çekti.
Rabia yere çöktü.
Kümesin ağzına gelen horoz tavukları sayar gibi başını etrafında döndürdü.
Rabia dizini karnına çekmişti. Başı avuçlarının arasında, perçemleri şakağında, gözyaşları çenesinden aşağıya akıyordu.
İsmihan, kime ağladığını tahmin etmişti.
“Nerede şimdi?” dedi.
Rabia, gözyaşlarının arasına sıkıştırdığı kelimelerle, “Şehre götürdüler” dedi.
Rabia, kireç duvara dayadığı belini az çekti, bağdaş kurdu, elini dizine koydu, diğer elini havada sallamaya devam etti.
İsmihan, yanına oturdu, ona eşlik etti.
Hamo göründü. Deli Hamo… Önce sırıttı. Sonra durdu, acı acı baktı. Birden ağlamaya başladı. İsmihan ona baktı. Rabia, yanına çömelen İsmihan’a anlaşılmayan kelimelerle bi şeyler fısıldadı.
Deli Hamo yere yığıldı, yan duran şapkasını başından aldı, iki eliyle sıktı, çenesine götürdü, sonra ağzına koydu, dişlerinin arasına aldı.
Kalın, buğulu bir sesle inilerken gövdesini sallıyordu. Yüreğini acıtan her neyse ona ağlıyordu. Güneşin ısıttığı duvara yaslanmış, şapkasını çiğniyordu.
Rabia’nın da İsmihan’ın da çığlıkları artmıştı. Daha bir yakıcıydı şimdi. Hamo’nun çığlıkları ikisini de bastırmıştı. O bir deli… Rabia ve İsmihan’ı bastıran ne vardı aklında? Ne vardı yüreğinde? Ne geçiyordu aklından?
Çenesinin altından akan gözyaşlarına karışan salyası dizlerini ıslatıyordu. Kırçıllı sakalı da sırılsıklamdı. Burun delikleri hizasındaki kıllar sarıydı. Tırnakları uzun, elleri kirli, şalvarı ve ceketi yırtık ve yamalıydı. Ayakkabısı delik, ayakları çorapsızdı. Kimin içindi bu ağıt? Dünyadan koparıp alan acının unutulmuşluktan gayri bir şey olduğu kesindi. Kesindi onu bu denli paralayan ayrılık.
Rabia ve İsmihan’ın sesleri düşse de gözyaşları dinmemişti. İki şeye ağlıyorlardı artık. Hamo’ya ve Keko’ya… Birazdan Deli Hamo mezarlığa gidecek, tek tek mezarları gezecek, taşları sevecek, elinden düşürmediği sopayla havaya bir şeyler yazacaktı. Bir tek kendisinin okuduğu… Bir tek kendisinin anladığı… Ve başını göğe kaldıracak, hiç kimsenin anlamadığı, anlasalar da bilemeyeceksin cümleler kuracaktı.
Rüzgar tavukların temizlendiği külü savurdu.
Hamo takmadı.
Rıza, piçliğine güldü.
Deli Hamo bakmadı.
Hava iyice ısınmıştı. Gölge ayakuçlarında erimişti. Üstüne basıyordu.
Sürü kaybolmuştu. Horoz tavukları çağırdı. Tavuklar kanatlarını çırparak geldiler.
Hamo ayağa kalktı.
Bir Rabia’ya baktı, bir İsmihan’a.
Bir iki adım yaklaştı, vazgeçti sonra. Durdu, bir daha baktı. Ağlıyordu. Olduğu yerde döndü, uzaklaşmaya başladı. Hindiler çırpındılar. İt, kuyruğunu yalıyordu. Uzağa baktı. Uzağa… Çok uzağa… Sürünün yayıldığı dağlara baktı. Kevenlere sürtünen çoban itinin uyuşukluğuna kızar gibi sopasını havada salladı. Salladı… Salladı… Salladı… “Hücum” dedi, dağları gösterdi. Usulca yürüdü. “Hain… Alçak… İt… Geliyorum. Gitme… Geliyorum,” dedi bağırarak. İ
İlk kez konuşuyordu. İlk kez bağırıyordu. İlk kez… Ve son kez…
Daha görmediler onu. Sırtlanlar yedi dediler.
Kimdi alçak? Kim hain? Bilemediler.