Şimdi nasıldır ve ne haldedir kim bilir..
Epey oldu gidip görmeyeli.
1960’lı yıllarda Gölpınar yığma taş ve kerpiç karışımı evleri, köyü çepe çevre kuşatan bağları ve fıstıklıkları ile çölde bir vaha gibiydi.
Yaz aylarını kimi seneler ailece burada veya akrabalarımızın yaşadıkları civar köylerde geçirirdik.
Ben hafta sonlarında gidebilirdim ancak.
Gün boyu yalınayak dağda-bayırda dolaşır; akşam karanlığı çöker çökmez toprak dama serilen yün yatağa uzanarak atardım yorgunluğumu. Ellerimi uzatınca tutacakmışım gibi yakınımda duran yıldızlara bakar, kayan yıldızlarla niyet tutar, Samanyolu’nda seksek oynar, yorulur ve uykuya dalardım.
Üç-dört, bilemediniz beş saat doya doya uyuyamadan daha:
“Bu kadar uyuduğun yeter!.. Hadi kalk!.”
Komutuyla yataktan fırlar; yüzümü buz gibi soğuk sarnıç suyuyla yıkar, üzerimi değiştirir ve soluğu bağda alırdım. İlk tiyekten elime ilk gelen üzüm salkımını koparır, birer ikişer, bazan avuç dolusu atıştırarak haymanın çevresinde bekleyen telaşlı kalabalığı karışırdım. Herşey hazırsa, merkebin sırtına üzüm dolu taylık, sepet veya sandıklar yüklenip bağlanmışsa, yol arkadaşımı önüme kattığım gibi şehir yoluna düşerdim.
Yolculuğumun en güzel dakikaları, bağların arasında doğal sınır oluşturarak Urfa-Diyarbakır yoluna kadar uzanan bu daracık patikada geçerdi.
Yalnızsam eğer, sesimin duyulacağı mesafede sadece ben ve merkebim varsak; bir türkü tuttururdum “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar/Yüreğim yanıyor ane, gözlerim ağlar” diye ve nakarata geçmeden elimdeki değnekle dem tutar ve bir hoyrat patlatırdım kafa sesiyle.
Türküyü kendim gibi, kimseyi taklit etmeden seslendirirdim. Ama sıra hoyrat okumaya gelince Hamza Şenses, Baki Yurtsever veya Mıkım Tahir oluverirdim birden.
Yaram sızlar
Ok değmiş yaram sızlar
Yaralının halından
Ne bilsin yarasızlar
O gece de öyle yapmıştım.
Merkebi önüme katmış, inceden inceye bir türkü tutturmuş ve arada bir de hoyrat okumuştum ayaklarım asfaltla buluşuncaya kadar.
Akpınar’a yaklaştığımı ağaçların dalları arasında şarkılar söyleyerek esen sabah yelinin serinliğinden anlamıştım. Ve daha birkaç adım atmışken, serin havadan değil ama, Çin kadar uzaklardan gelen bir sesle tüylerim diken diken olmuştu. Ve Çin kadar uzaklardan gelen bu sesi can gibi, kan gibi yakınımda, yanıbaşımda hissetmiştim.
O güne kadar duymadığım buğulu bir ses, şairinin Yaşar Nezihe Bükülmez hanım olduğunu yıllar sonra öğrenebildiğim bir gazelin ilk iki beytini okuyordu, Hüseyni makamında.
Bir perinin aşkına düştüm, çok efgan eyledim,
Râz-ı aşkı çok zaman kalbimde pünhân eyledim.
İstemezdim âleme ifşa-yı sevda eylemek,
Zaptı mümkün olmayan âhımla ilân eyledim.
Dahil-i bezm-i vîsali olmadım ol dilberin,
Sinemi beyhude sûzan, eşkimi kan eyedim.
Gelmedi ol seng-i dîl bilmem nedendir rikkate?
Ağladım, âh ettim, istimdad-ı derman eyledim!
Düştüm encâm firakiyle beyaban gama,
Hâl-î mecnunaneme Mecnunu hayran eyledim.
Her kimi sevdimse cevr etti Neziha bî sebep,
Ben bu baht-ı zalime bilmem ne isyan eyledim
Büyülenmiştim adeta.
Nefesimi tutmuş, sırtımı yol kenarındaki bir ağacın gövdesine dayayıp durmuştum.
Merkebim beni beklememiş yoluna devam etmişti. Usta parmaklar sırayla cümbüşün ve kanunun tellerinde gezinirken ağır ağır yürümeye başlamıştım farkında olmadan. Ben yürüdükçe sesler bana yaklaşmıştı.
Akpınar’ın küçük bir gölet oluşturduğu noktada yerinde mola vermiş ve bir süre daha dinlemiştim.
Bu sesin sahibini yakından görüp tanımak isteği yüreğimi burgu burgu delip yerleşmişti beynime.
Merkebim gideceği yolu ve duracağı yeri biliyordu nasılsa. Kaybolmak gibi bir risk yoktu zaten o yılların Urfa’sında.
Merakım arttıkça artmıştı.
Çıt çıkarmamaya dikkat ederek çalıların ve ağaçların arasından gölge gibi süzülerek sese doğru ilerlemiş; göletin karşı kıyısında iki siluet gözüme çarpınca put kesilmiş, dikkatle bakmıştım gölgelere.
Hemen hemen aynı yaşlarda iki insan; birinin dizlerinin üstünde kanun, öbürünün kucağında cümbüş. Ve önlerinde büyükçe bir sofra. Tıpkı Bayburtlu Zihni’nin:
Vardımki yurdundan ayak götürmüş.
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı.
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş.
Sakiler meclisten çekmiş ayağı.
Mısralarında tasvir ettiği bir manzaraydı karşımda duran.
Sofra darma dağınık, şişeler, kadehler devrilmiş, tepe taklak olmuştu.
Belliki gecenin ilk saatlerinde kalabalık olan bir aşk ve meşk meclisi, sakilerin ayak çekmesiyle iki aşıka kalmıştı.
35-40 yaşlarında iki aşık, karşılıklı oturmuş hem çalıp hem söylemekle kalmıyorlar, gözlerinden ipil ipil yaşlar döke döke ağlıyorlardı o gecenin son saatlerinde. Ağlıyorlardı, bütün aşıklar gibi için için. İki koca adam belki de gerçekten bir perinin aşkından ağlıyorlardı. Aylarca, yıllarca kalplerine gömdükleri aşkın acısıyla ağlıyorlardı belki. Kimsenin duymasını istemedikleri aşklarını, o gecenin sabahında bağırlarından kopup gelen hüzünlü nağmeler ve ahlarla duyurmak istiyorlardı cemi cümle mahlukata