HER ŞEY GİBİ İNSANIN DA BİR YÖRÜNGESİ VAR

Abone Ol

Verdiğiniz her sadakanın, uzattığınız her yardım elinin, tebessümlere yüklediğiniz her merhaba-nın, aldığınız her duanın, her ah-ın ve daha nice olumlu olumsuz yansımanın mutlaka ama mutlaka bir de dönüş yolu var...

Kainatta her zerrenin bir enerjisi, bir yörüngesi, bir etki-tepki alanı, bir etme-bulma dünyası var; yeter ki tüm kırgınlıklarınızı ve öç alma duygularınızı sükutlara yükleyip sadece önünüze bakın...

Verdiğiniz her sadakanın, uzattığınız her yardım elinin, tebessümlere yüklediğiniz her merhaba-nın, aldığınız her duanın, her ah-ın ve daha nice olumlu olumsuz yansımanın mutlaka ama mutlaka bir de dönüş yolu var...
Özetle; zihninizden, yüreğinizden, elinizden, dilinizden çıkan her zerre bumeranglara yüklenir ve döner dolaşır yine sizi bulur... Unutmayın...

Ve bunca hengame içinde ‘sabır ve sükut’ diye bir şey var ki; zayıflık, eziklik, eksiklik olarak görüp bir erdem olduğunu her daim unuttuğumuz... Evet unutuldu ve unutturuldu sabır ve sükut tüm güzelliklerimiz gibi! Halbuki “sabr-ın boyun eğmek değil, sükutla mücadele etmek” olduğunu asla unutmayacaktık... Yaralarına dolan kurtları sükutla karşılayan Eyyüb Peygamberin sabrına ve o sabrın insanlığa emsal olan makamına elbet layık değiliz şimdilerde, fakat zararın da neresinden dönsek kârdayız ey insanoğlu... Hele ki mevzu yüzyılın kanseri “kul hakkı“ ise; eline, diline, nefsine, adaletine, merhametine sadık kalıp sabrını ve sükutunu da baş tacı etmeli itina ile...

Bizi pişiren, keskin uçlarımızı törpüleyen, çilehane kapılarının kadim öğreticisi, sükutların yol arkadaşı; sabır...
Söz konusu başkası olunca acımadan katledip kaybettiğimiz sabr-ın, gün gelip bizim için de ne gerekli bir koruma-korunma kapısı olduğunu biliyor musunuz? Bir anlık sinirle tek haklı kendiymiş gibi düşünüp yakan, yıkan, canlara kıyan insanoğlu devran dönünce mağdur olacağını bilmez mi ki? Bilir bilir de güç ve öfke sarhoşuyken işine gelmez, erdeme dair tüm başlıklar...
Velhasılı kelam kaybediyoruz birer birer tüm naif dallarımızı... Vakti zamanında dört mevsimi baharlara açılan bereketli nehirlerden beslenip yeşilin ve meyvenin her haliyle can bulan ruhumuz, şimdilerde en kurak ve en kısır kışlarını yaşıyor; insanlığın kibir zehirlenmesi yaşamasıyla... Bakmıyoruz, görmüyoruz, dinlemiyoruz, anlamıyoruz, sevip saymıyoruz kendimizden başkasını... Hep bana Rabbena yani...
Tek ben ve hep bana kafası giderek artıyor... Ve öyle ki neredeyse herkes faydalı olmak için değil, mesaisini bitirip bir an evvel çıkmak için işinin başında oturuyor... Tüm bunlarla birlikte herkes elinde kocaman çuvaldızlarla gezerken iğnenin ucunu azıcık kendine batırmak kimselerin aklına dahi gelmiyor... Kendine gülmeyi, yapılan eleştirilere tahammülünü, hoşgörü dilini, tevazu genini kaybetti insanlık! Uyandığı her yeni günle naif bir dalını, yemyeşil yaprağını, mis kokulu çiçeklere vesile tomurcuğunu, şifa kaynağı lezzetli meyvesini daha kaybeden insan nesli dallarına tüneyip keyifle şakıyan ilham perilerini de kaybeder oldu... Kaybedenlerin umurunda mı? Sanmıyorum zira onlar kayıplarından ziyade bugün var yarını muamma kazanımlarının derdiyle öyle meşguller ki...
Vaktiyle bir Sultan ve üç oğlu varmış. Yaşı bir hayli ilerleyen Sultan usul gereği büyük oğluna yönetimi devretmek zorunda olmasına rağmen adaletinin ve vicdanının sesini dinleyerek “hak eden yerime gelmeli” diyerek üç oğlunu bir sınava tabi tutmaya karar vermiş ve oğullarını karşısına çağırıp; “her birinize birer torba altın ve bir ay süre veriyorum. Bu altınları alıp ülkemiz adına en akılcı ve en faydalı yatırımı yapmanızı istiyorum...” demiş. Üç oğul Sultan babalarının talimatıyla altınları alıp ayrılmış huzurdan... Bir ay boyunca gezip dolaşmışlar ve sonra Sultan’ın huzuruna varmış oğullar... Büyük ve ortanca oğul Sultan’ın verdiği altınlarla aldıkları arazileri, evleri, çiftlikleri, hayvanları anlata anlata bitirememiş... En son küçük oğula gelmiş sıra. Küçük oğul Sultan babasının verdiği altın torbasıyla varmış huzura. Altınları gören Sultan kızarak; “verdiğim altınları değerlendir talimatımı neden dinlemedin” der küçük oğluna! Küçük oğulun verdiği cevap ise şu olur; “Sultanım ülkemizin içini ve sınırlarımız ötesini bir ay boyunca iyice gezdim... Ne alabiliriz, nasıl kazanabiliriz diye çok düşündüm. Nereye gitsem, hangi kapıyı çalsam, hangi sofraya varsam, neye elimi uzatsam gördüm ki hepsi bizim... Değil bir çuval altın binlerce çuval altının dahi satın alamayacağı gönülleri kazanmışız ve orada kök salmışız  bu sebepten bana verdiğiniz altınlara ihtiyacım olmadı...”
Küçük oğlunun cümleleri karşısında gururla gözleri dolan Sultan tüm kuralları görmezden gelip “benden sonra taht küçük oğlumun hakkıdır” diyerek kararını verir...
Geçtiğimiz günlerde sohbet ettiğim bir isim “her geçen gün kaybedilen etik insan duruşu adına elimizden geldiğince çaba gösteriyoruz fakat insanlık adına iyiye gitmediğimizi de gayet net görüyoruz. Bazen yoruldum boşa kürek çekmekten bırakıyorum desem de vazgeçemiyorum bu çabamdan çünkü ateşe su dökmeden oturmayı vicdanım kabul etmiyor...”
İşte mesela tam da bu; yaşanan olumsuzluklara kayıtsız kalmak ya da ka-la-ma-mak...