Suat Tekin
Sıcakta üç mahalleyi kapı kapı gezmiş, çöpleri toplamış, eve öyle gelmişti. Eve gelirken uğradığı belediyede eline tutuşturdukları maaşından Elif anaya kirayı ödeyecekti. Çok mutluydu. Belediye maaşları bu ay geciktirmişti. Olsun, Elif ana sorun etmezdi. Yine de utanıyordu. Çünkü Elif ana kirayla geçiniyordu.
Elif ananın sekiz çocuğu vardı. Hepsi de el üstünde tutuyor, evlerine götürmek, ona hizmet etmek için birbirileriyle yarışıyorlardı. Ama o hiçbirini kabul etmiyor, evinde huzurlu olduğunu, hayatından memnun olduğunu, işlerini kendi başına yapacağını söylüyordu. Zor olsa da beceriyordu. Yemeğini yapıyor, çamaşırlarını yıkıyor, temizliğini yapıyordu. Mahalle bakkalından alışveriş bile yapıyordu. Rahmetli kocasının maaşı ve aldığı kira pekâlâ yetiyordu.
Gün boyu vücudundan akan ter üzerinde kuruduğu için yer yer giysilerinde beyaz lekeler vardı. Pantolonu kısalmış, gömleğinin dirseklerinde el sığacak büyüklükte yırtıklar oluşmuştu. Ne zamandır yeni iş kıyafetlerinin dağıtılacağı konuşuluyordu, ama henüz ortada bir şey yoktu.
Her şeye rağmen mutluydu. Özellikle büyük oğlu Zafer’in okuldaki başarısı onu mutlu ediyordu. Zafer’in üniversiteye gideceğini düşündükçe işinin zorluklarını ve her gün biraz daha kötüye giden şartlarının içini acıtan taraflarını unutmaya çalışıyordu.
Öğretmenleri de Zafer’den umutluydu. Ondan derece bekliyorlardı. Çok iyi bir derece olmasa da Türkiye’nin önemli üniversitelerinden birine gideceğini söylüyorlardı.
Domatesli pilavın son lokması ağzındayken, kendini divana attı.
Yorgun bedeni divana düşer düşmez horlamaya başladı.
Kısa bir uykunun ardından kalktı, parayı karısına verdi, Elif anaya gönderdi.
Karısı, parayı verirken Elif anaya defalarca teşekkür etti. Minnet duydu. Bir isteğin var mı diye sordu.
“Günahım boynuna, eğer bir isteğin olur da söylemesen ana,” dedi.
Elif anaya borçlarını böylelikle ödüyorlardı.
Bir de fırtınalı havalarda Zafer yanında yatıyor, bakkaldan ihtiyacı olan eşyaları alıyor, yemeğini fırına götürüyor, elektrik ve su faturalarını yatırıyor, sık olmasa da temizliğe yardım ediyordu.
Elif ana, parayı aldıktan sonra mutfağa girdi, kızlarının iki gün önce eve temizliğe geldiklerinde yaptıkları yemeği ısıtmak için ocağı yaktı, yemeği koydu, dudaklarında dua ile yayları gıcırdayan kadife örtülü, mavi divana attı kendini.
Dizlerini karnına çekti, gözlerini kapattı, düşünceye daldı.
Pencereyi yırtan ışıklar iplik iplikti. İçerisi, perdenin yırtıkları arasından sızan ışıklarla aydınlanıyordu. Sarı, sıcak, parlak ışıklar… Hüzmelerden toz zerreleri yükseliyordu. Tavandaki lambanın üzerinde sineklerin pisliği kapkara birer leke olarak duruyorlardı. Lamba yanınca, lekelerin gölgesi belli belirsiz şekillerle duvara düşüyordu.
Evi, iki büyükçe odadan ve küçücük bir mutfaktan ibaretti. Birinde oturuyor, yatıyor, yemek yiyor, diğerinde kullandığı ya da kullanmadığı eşyaları istifliyordu. Tuvaleti bahçede, giriş kapısının karşısındaydı. Bu yüzden yağmurlu havalarda ıslanıyordu. İçeriden çiviye takılan bir iple kapanan tuvaletin kapısı, kasa tahtalarından yapılmıştı. Tahtaların arası parmak sığacak kadar açıktı ve ışık sızıyordu. İçinde su dolu bir yağ tenekesi vardı. Sular kesildiğinde kullanmak için koymuştu tenekeyi. Odasındaki perdeyi çiviyle tutturmuştu. Çekerek açmak yerine, altından toplayarak, duvara çaktığı çiviye sarıyordu. Evin duvarları taştan ve kalın olduğu için, pencerenin önü bir hayli genişti. Buraya yağ tenekeleri içine ektiği reyhanları, karagözleri koyuyordu. Her sabah onlarla konuşuyor, suyunu tazeliyordu. Bazen de rahle, su sürahisi ve maşrapasını koyuyordu.
Üşenmedi; kalktı, Kur’an'ı rahleden aldı, pencerenin dibindeki masanın üzerine koydu, perdeyi çekti, bahçeye baktı.
Asmanın üzümleri salkım salkımdı. Oldu olacak... Armutlar henüz sertti. İncirlerse yemyeşildi. Koparınca, kuyruklarından süt damlıyordu. Leylak, pespembe açmış, tüm tüm kokuyordu. Karagül tomurcuklanmıştı. Pencereye kadar tırmanan hanımeli çiçek açmıştı. Bahçe, kokusu birbirine karışan yeşilliklerle doluydu. Defne, zeytin, biberiye, daha onlarcası. Ne bulmuşsa ekmiş, ne bulmuşsa dikmişti.
Birden kocası Turan’ı hatırladı. Turan dayı… Bilge adam… Merdivene tırmanmış, asmayı buduyor. Ezan okuyunca, iniyor, abdest almak için kuyunun başına gidiyor. Bu esnada merdiven, ağaca dayalı halde duruyor. Küçük Faik koşarak geliyor, merdivene tırmanıyor. Tırmanır tırmanmaz merdiven devriliyor. Devrilmesiyle Faik’ten kulakları yırtan çığlıklar yükseliyor. Faik, başını tulumbanın önündeki curna çarpıyor, kafasını kırılıyor. Kan, göl oluyor. Kulaklarından kan sızıyor.
Faik, ikinci çocuğuydu. Ölümünden kendini suçluyor, hatırladıkça ağlıyordu. Merdiveni yan yatırsaydım ya da çıkmaması için ikna etseydim düşüp ölmezdi diyordu. İçinde bir yaraydı Faik.
Bir de kardeşi ve annesinin ölümüne kahroluyordu. İkisi de fırtınalı bir havada sele kapılmış kaybolmuşlardı. Ne ölüsünü bulmuşlardı ne dirisini.
Yemeği ocaktan aldı, yedi, divana uzandı.
Zafer, okulun gururuydu. Ondan derece bekliyorlardı. Çalışkan, saygılı, yaşından büyük bir olgunluğa ve duyarlılığa sahipti. Zayıf, sıska bedeni hastalıklı gibi dursa da zekâsı yaşından büyük bir olgunluğa mecbur ediyordu onu. Yalnızlığın ve yoksulluğun mecbur ettiği bir olgunluk… yoksulluğundan asla yüksünmüyor, asla utanmıyordu. Aksine, hayallerini daha yüksek tutmasına sebep oluyor, her şeyin en iyisine sahip olma beklentisini ve heyecanını arttırıyordu.
“Doktor olacak Zafer,” diyorlardı. Arkadaşları sokakta oynarken, o kitap okuyordu. Okumayınca canı sıkılıyor, ruhu daralıyor, bir şeyini yitirmiş gibi aranıp duruyordu.
Kitaplar bir arkadaştan çok sırdaşıydı. Onlarla konuşuyor, onlara içini döküyordu. Onları dinliyor, onlara inanıyordu. En çok onlara güveniyordu. Kitaplar onu hiç aldatmamışlardı. Hiç kandırmamış, hiç küsmemiş, hiç kızdırmamışlardı. Okuduğu romanlar istediği gibi son bulmasa da alınmıyor, incinmiyordu. Çoğu kez onlarla uyuyor, onlarla görüyordu en güzel rüyaları. Onlarla seviniyor, onlarla üzülüyordu. Bütün sahiciliği onlarda yaşıyor, hayatın bütün renklerini onlar sayesinde tanıyordu. Bütün kokuları onlar sayesinde hissediyordu. Hayatının tadı da tuzu da kitaplardı.
Birden gök gürleyince, Elif ana yavaşça yerinden kalktı, pencereyi kapattı, perdeyi çekti, yeniden divana oturdu.
Şaşkındı. Yağmur mayısta atkuyruğu yağıyordu. Hiç bu kadar şiddetlisini görmemişti bu ayda.
Rüzgar, kapı aralığından viv diye sesler çıkarıyor, camı dövüyor, perdeleri titretiyordu.
Kuşlar pır diye uçup gidiyorlardı pencerenin önünden.
Arkası arkasına birkaç kez daha gök gürledi. Yağmur daha da hızlandı. Camı patlayan fanus gibi hava aydınlanıp tekrardan kararıyordu. Bir çağlayanın sesi gibiydi yağmurun sesi.
Bu esnada kapı çaldı; güm… güm… güm…
Kalktı, kapıya açtı.
Zafer’di gelen. Sırılsıklamdı.
“Korkma ana, ben geldim,” dedi ve içeriye daldı.
Dışarının karpuz ışığını açık unutmuştu. Kapattı, geri girdi.
“Oğlum, bu havada gelmeseydin.”
“Geldim ana,” dedi ve hemen arkasından, “Şey ana; yazın ortasında yağdığını hiç görmedim,” diye ekledi.
“Bahar sayılır daha kurban. Hem o istedikten sonra dinler mi yazı, kışı. Taş bilem yağdırır.”
“Faydalı, değil mi ana bu mevsimde yağması?”
“Faydalı, faydalı… Kuyular dolar, dereler taşar, ağaçlar büyür.”
“Şey, meyve ağaçlarına da iyi mi?”
Derdi bahçedeki ağaçlardı. Armut olacak, üzüm olacak, dut olacaktı.
Elif ana.
“He ya. Öyle…” dedi.
Arkasından lafı değiştirdi.
“Sen bırak yağmuru da imtihanın ne zaman, onu söyle? Hazır mısın bakalım?” dedi.
Bir gök gürlemesi daha… İçerinin ışığı bir söndü, bir yandı. Gri parlak bir ışık içeriye girdi ve aniden kayboldu.
Bir gürleme daha… Bu sefer şakır şakır pencere camları gıcırdadı. Arkasından kapıdan sesler geldi. Dışarıdan kesiksiz ve sert bir uğultu geliyordu. Bulgur kaynıyor gibiydi. Fokur, fokur… Damı dövüyordu. Çörtenler azgın dereler gibi akıyordu.
“Hazırım ana… Bir ay sonra inşallah… Her şey tamam Allah’ın izniyle… Rabbim de yardım ederse, kazanırım inşallah… Denemelerim çok iyi... Öğretmenlerim tıp diyorlar inşallah,” dedi göğsü kabararak.
Elif ana gülümsedi. Gururlandı. Şöyle derince bir nefes aldıktan sonra kanepeye yayıldı.
“Aferin oğluma. Haydi bakalım, inşallah. Allah daima iyilerin ve çalışkanların yanındadır. Tasa etme. Rahat ol. Kazanacak benim oğlum. Dua ediyorum senin için her gün. Doktor olacak benim oğlum inşallah. İyi bir doktor hem de,” dedi.
“Sağ ol, ana. İnşallah. Sağ ol ana. En çok senin için doktor olmayı istiyorum biliyor musun? Sen olmasan, mühendis olmak istiyorum ha. İnşaat mühendisi. Bir ev yapmak istiyorum babama; çok büyük. Kocaman. Hepimizin ayrı odaları olacak. Kira ödemesin babam. Annem, mutfağında güzel yemekler yapsın. Sıcak suyu olsun; her gün banyo yapalım. Kaloriferli olsun; soba yakmasın annem. Kar üstünde boru temizlemesin. Odun taşımasın. Üşümesin. Hasta olmasın. Sobanın dibinde teştte yıkamasın bizi.”
Elif ananın gözleri doldu, yüreği titredi. Yanına çağırdı, sardı, göğsüne bastı, kokladı, öptü, öptü… Kirayı bu yüzden düşürmüştü. Onlara mahsustan ev kötü, yüz lira etmez demişti. Yardım olsun diye düşürdüğünü söylememişti. Onlar da pek sevinmiş, bayram etmiş, her gördükleri yerde elini öpmüşlerdi.
“Oğluma ilk ben muayene olacağım,” dedi.
“Evet, ilk hastam sen ol. Ama hayır ana; sen hasta olma. Sakın ha… Hasta olma… Misafirim ol. Kahve içeriz. Yemek yeriz. Çay içeriz. Sakın hasta olma. Hasta olarak gelme. Misafirim ol. Sadece misafir…”
Elif ananın göğsü bir kez daha kabardı. İçini bir kez daha huzur kapladı. Ettiği duaların karşılıksız kalmayacağını gösteren bu konuşmadan çok çok mutlu oldu. Zafer, yüz yıl yaşamasını, hasta olmamasını istiyordu. Yarın ölse de bu mutluluk yetecekti. Gözlerini yumdu, elini kalbinin üzerine koydu, içinden ‘Çok şükür Allah’ım’ dedi.
Zafer, Elif ananın mutlu olduğunu, içinden dua ettiğini anlamıştı. Onu mutlu ettiğine sevindi. Gerçekten doktor olmayı en çok onun için istiyordu. Bunun onu ne kadar mutlu edeceğini, hayattan tek beklentisinin bu olduğunu biliyordu.
Lafı değiştirdi.
“Dam bu akşam akmadı ana. Bak, her taraf kupkuru. Hava karanlık olduğundan loğlayamazdım eğer aksaydı. İyi ki akmadı. Çok şükür akmadı. Çörtenler dolu dolu aktı, yine de akmadı. Sesi dinlesene ana. Ne güzel. Yağmurun hiç bu kadar güzel ses çıkardığını görmemiştim. Bereket değil mi ana yağmur?”
“He ya, bereket. Bereket, bereket. Dağa, taşa, kurda kuşa bile iyidir yağmur. Yağmur olmazsa su olmaz. Su olmazsa hayat olmaz. Yağsın, yağsın… Sabaha kadar yağsın. Varsın suya sele gitsin her taraf.”
Bir gök gürlemesi daha… Ardından koyu, gri bir gölge kapladı içeriyi ve sonra birden kayboldu. Bu esnada Elif ananın dudağından dualar döküldü. Pencere zangır zangırdı. Kapı, gıcırdıyordu. Kuşlar, pencerenin camına çarpıyorlardı. Elektrikler bir sönüyor, bir yanıyordu. Sobadaki ateş sarı, gri bir alevle yanıyor, güp, güp diye ses çıkarıyordu. Üzerindeki güğüm fokur fokur kaynıyor, kapağı okullardaki teneffüs zili gibi çalıyordu.
Elif ana, su getirdi, ekledi. Tısss diye ses çıkardı güğüm.
“Sahi yağmurdan niye korkuyorsun ana, merak ediyorum. Söylesene, niye korkuyorsun?” dedi Zafer arkası arkasına.
“Az yaklaş. Yanıma gel,” dedi Elif ana. Yanındaki minderi gösterdi, oturmasını istedi.
Başını eğdi, yere baktı, uzun süre hiç konuşmadı. Gözlerine doluşan yaşları dökmek istemiyordu belli ki. Ama gözlerindeki hüznü görebiliyordu. Yüreğini kanatan bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Bir başka bakıyor, bir başka süzüyordu bakışları. Dudakları titriyor, gözlerinin ışığı sönükleşiyordu. İçinde birikmiş acıların izleri yüzüne o kadar yansıyordu ki onun hiç bu kadar içine gömüldüğünü ve kendisini sakladığını hatırlamıyordu.
Elif ana ayağa kalktı, pencereye kadar yürüdü, kollarını göğsünde birleştirerek, yağmuru dinledi.
“Çocuktum. Dört ya da beş yaşındaydım. Bilemedin altı... İlkbahar bitti bitecek. Bugün ki gibi şimşekler çakıyor, gök gürlüyordu. Bir fırtına, bir fırtına… Gökyüzü patlamıştı sanki. Dereler taşmış, damlar çökmüş, ağaçlar yerinden sökülmüştü. Hayvanlar telef olmuş, günlerce eve kapanmış, dışarıya çıkamamıştık. Kıyamet kopacak diyorlardı.”
“Bu yüzden mi korkuyorsun yağmurdan,” dedi Zafer.
“Bilemiyorum. Belki de… Şimşek, fırtına, yağmur ve kara bulutlar olunca, içim bir tuhaf olur. Kalbim sıkışır, ruhum daralır, hüzünlenirim. Bana ait bir şeyi kaybedeceğim hissine kapılır, ağlamak gelir içimden. Ağlamak, ağlamak, ağlamak; sabaha kadar ağlamak…. Ve… Ve…”
“Evet, ana… Ne?”
“Kardeşim… Annem… Babam yağmur yağdığında dışarıdaydılar… Eve gelirken sele kapıldılar… Annemi ve kardeşimi bulamadılar. Nereye aktı, nereye gömüldüler kimse bilmiyordu. Bu yüzden yağmur yağınca içimde fırtınalar kopar. Yanımda olmanı bu yüzden istiyorum.”
“Anladım ana,” dedi ve yüzü düştü Zafer’in.
Elif ana ağlıyordu. Zafer, bilmeden üzmüştü onu. Somurttu, dudağını büzdü, ısırdı, az daha sokuldu. Başını göğsüne koydu, beline sıkıca sarıldı.
“Özür dilerim ana. Bilsem sormazdım. Özür dilerim,” dedi.
Bir ay çabucak geçmişti. Sınava Malatya da girecekti. Havalar iyice ısınmıştı. Zafer aylar, hatta yıllarca bu sınava hazırlanmıştı. Çok rahattı. Eğer bir şansızlık olmazsa iyi puan alacaktı. Babası, annesi, öğretmenleri ve tabi ki Elif ana onun için dua ediyorlardı.
Elif ana, elini öpmeye geldiğinde, cebine harçlığını koymayı ihmal etmedi. Gözyaşı içinde ve büyük bir umutla yolcu ettiler.
Yol boyunca babasıyla konuşmadı. Şehrin kuzeyindeki dağlardan, çaylardan ve derelerden geçerlerken, ciğerlerine bolca temiz ve serin hava çekiyordu. Ulbaba, Akdağ ve Recep Çayı… Pamuk Çayı ve Aran Dere… Derin derin nefesler alıyordu. Dağları, vadileri ve gürül gürül akan suları ilk kez görüyordu. Ulu çınarlar dev bir ejderha gibi bulutlara sarılmışlardı. Tepelerden aşağıya doğru daralarak inen yırtıkların içi yemyeşildi. Çalılar, dikenler ve bodurlaşmış ardıçlar… Sular bu yırtıklardan yılan gibi kıvrılarak akıyordu. Bembeyaz köpüklü sular… Dağlar, kahreden bir sessizlikle iniliyordu. Aniden bir ağıt kulaklarının pasını sildi. Şoför, sesini kısacak oldu ki koymadılar. Aksine, aç dediler. “Aç, biraz daha aç İdris.” Bir dumanlı dağ… Bir aşk türküsü... Bir efsane… Mehmet, sevdiği kız uğruna dağlarda çobanlık yapıyordu. Bütün derdi Zeliha’yı görebilmekti. Çoban olmak için onca dil dökmüş, onca maharetler sergilemişti köylülere. Ve tam on yıl geziyor dağlarda. Tam on yıl keskin kayalıklardan, derin uçurumlardan, geçilmez sulardan geçiriyor sürüyü Mehmet. Zeliha, kendisi için çobanlık ettiğini biliyor, ancak karşılık veremiyor. Çaresizdir. Derdini kimseye anlatamıyor. Sadece dağlar ve kuşlar biliyor kalbinin Mehmet’e ait olduğunu. Çünkü sadece onlara açabiliyordu içini. Sadece onlarla konuşuyordu. Yalnız kaldığında başını dağlara doğru çeviriyor, duyabileceği kadar bir sesle gözyaşları içinde aşkını mırıldıyordu.
Ve dayanamaz, kör olur, lal olur, yemekten içmekten kesilir, bir deri bir kemik kalır Zeliha. Kendine bile küsmüştür.
Mehmet ise çobanlık yapmaya devam etmektedir. O da dağlara anlatır aşkını. Kuşlarla konuşur, toprakla dertleşir. Her bir çiçek yoldaşı olur.
Zeliha ölür. Çoban Mehmet bunu duyunca, kendini kayalıklardan aşağıya bırakır.
Bir anda bir çığlık böldü sessizliği.
“Yola kaya düşüyor İdris, dikkat et.”
Kayalar büyük bir gürültüyle yuvarlanıyordu. Allahtan, şoför tez fark etti de gaza bastı, arabayı kurtardı.
Sonuçlar yarın açıklanacaktı. Herkes gibi Elif ana da heyecanlıydı. En büyük dileği Zafer’in doktor olmasıydı. Sabahı iple çekiyordu. Müjdeli haber gelince, sevinecek, Zafer’e sarılacak, birlikte mutluluk gözyaşları dökeceklerdi.
Sabah ezanı ile uyandı. Dalmıştı ki telaşla silkindi, namaza hazırlık için yataktan çıktı.
Müthiş sevinçliydi. Zafer’i hatırladıkça tebessüm ediyordu. İlk kez kocası Turan askerden geldiğinde onu görmek için pencerenin önünde beklerken bu kadar heyecanlanmıştı.
Sabah namazını kıldıktan sonra Kur’an okudu. Okuması biter bitmez, Kur’an’ı yerine koydu.
Kulağı kapıdaydı, çaldı, çalacak… Bütün hücreleri ile kapıya kitlenmişti. Bir an önce kapı çalsın istiyordu. Kapı ‘tık’ dedi mi hasta haliyle zıplayacak, Zafer’e sarılacak, birlikte ağlayacaklardı.
Yıllar sonra ilk kez mutluluktan ağlayacaktı. Kapının çalması geciktikçe, aklından kötü kötü fikirler geçiriyordu. ‘Yoksa…’ diyor, gerisini düşünmek istemiyordu.
Hiç giymediği beyaz örtüyü takmıştı bugün. Zafer’in sevincini bu beyaz örtüyle karşılayacaktı.
Zafer, gazete bulabilmek için erkenden çarşıya inmişti. Gazete bulmakta hayli zorlanmıştı.
Beklediği üniversiteyi kazanamamıştı, ama tıp fakültesini kazanmıştı.
Kırtasiyenin önündeki kalabalık, sevinç çığlıklarını tebessümle karşılamıştı.
Elinde gazeteyle, soluk soluğa Elif ananın kapısında aldı.
Çaldı, çaldı, çaldı… Nafile, Elif ana kapıyı açmıyordu. Bir daha çaldı, bir daha… Bir daha… Açılmayınca bağırdı.
“Kazandım ana, doktor olacağım ana… Kapıyı aç ana, aç aç, aç, aç…”
Duvardan ses vardı Elif anadan yoktu. Kapıyı yumrukluyor, tekmeliyordu.
Yorulunca babasını çağırdı.
“Baba… Baba… Çabuk gel. Baba…”
Arka bahçede oldukları için duymamışlardı. Biraz daha sert bağırınca koşarak geldiler. Sesi avluyu inletmişti. Yüzlerinde renk kalmamıştı. Zafer’in elinde gazeteyle kapıya yüklenmesini, çığlık çığlığa bağırmasını ilk anda şaşkınlıkla karşılamışlardı, ancak, neyle karşılaşacaklarını tahmin ettikleri için az sonra görecekleri tablonun acısına kendilerini hazırlayarak Zafer’i daha fazla üzmeden kapıya yüklendiler.
Bu arada Komşular da gelmişlerdi. Hepsinin yüzüne, durumu anlayan bakışlar hakimdi. Soluk benizlerinde acıyı defetmeye çalışan bir ciddiyetle olup bitenleri seyrederlerken, bir yandan da birbirlerinin kulağına fısıldayıp el çırpıyorlardı.
Kadınlar yazmalarının ucuyla ağızlarını kapatmış, içlerinden bazıları hakim olamadığı gözyaşlarını siliyordu.
Babası da kapıyı açamadı. Defalarca zili çaldı, seslendi, hatta pencerenin camını dövdü, sesinin yettiği kadar bağırdı, ancak fayda etmedi. Çıt yoktu içeriden. Kapı açılmadığı gibi onca gürültüye karşılık da gelmiyordu.
Kırmaktan başka çare kalmamıştı.
Gücünün kapıyı kırmaya yetip yetmeyeceğini düşünmeden Mustafa iyice gerildi, bütün gücüyle kapıya yüklendi.
Kapı, büyük bir gürültüyle çatırdayarak açıldı.
Zafer, babasından önce içeriye girdi.
“Elif ana, Elif ana, müjdemi isterim Elif ana… Müjdemi isterim, Tıp Fakültesini kazandım. Tıp fakültesini kazandım,” diye bağırdı.
Elif ana, yerdeki döşeğe uzanmış, üzerinde yorgan olduğu halde külkedisi gibi mışıl mışıl uyuyordu. Gözleri açık, Zafer’e bakıyordu. Başı sağ avucunun içinde, yastığa koymuş, dudağında tatlı bir gülümseme vardı. Yatarken başına doladığı yazmanın altından sarkan beyaz saçı dudaklarına dökülmüştü. Bembeyaz yüzündeki gurur ve sevinç, huzur içinde sonsuz yolculuğa çıktığını gösteriyordu.
Mustafa ve karısı ağlıyordu. Komşuların kimi içeride kimi dışarıda hıçkırıklara boğulmuştu. Zafer, ağlamıyor, ağlamak istemiyordu. Ona müjdeyi verdiğinde birlikte sevinç gözyaşı dökeceklerdi çünkü. Öyle sözleşmişlerdi. Birbirlerine sarılacak, tadını çıkara çıkara ağlayacak, arkasından oturup, bundan sonra ne yapacaklarını konuşacaklardı.
Yorganı kaldırdı, altına girdi, Elif ananın koynuna uzandı, başını göğsüne gömdü, öylece kaldı.
Onsuz ağlamak, onsuz sevinmek istemiyordu. İstese de yapamıyordu. İçinden gelmiyordu. Ağlarsa onu üzeceğini, ona haksızlık edeceğini düşünüyordu. Elif ana onu üzüntülü görmemeli, hele ağlarken hiç görmemeliydi. O ölmemişti. Ona bakıyordu. Yüzündeki gülümseme onu duyduğunu gösteriyordu. Gözleri açık, dudaklarında tebessüm, gözlerinde ışıldayan bir sevinç yumağı vardı. Ölmüş bir insanın korkutuculuğu yoktu Elif anada. Damarlarından kanı çekilmemiş, vücudu buza kesmemişti. O, sıcacıktı hâlâ. Sevimliydi. Şefkatle tebessüm ediyordu. ‘Elif ana, sana borcumu nasıl öderim şimdi,’ dedi usulca. Çevresini saran kalabalıktan yükselen hıçkırık sesleri çoğalmıştı. Kuşlar sürüyle uçuyorlardı. Pamuk kedi şaşkın şaşkın duvarda olup bitenleri seyrediyordu. Civcivler annelerinin çevresinde dönüyor, köpekler havlıyor, eşekler anırıyordu. Birden, yürekleri paralayan bir ağıt sesi yükseldi. Kalın bir erkek sesiydi. Ona, tiz bir kadın sesi eşlik etti daha sonra. Önceden anlaşmışlar gibi aynı tınıyla birbirleriyle yarışırcasına ağlamaya başladı kalabalık.
Camide sala okunurken, evin önündeki kalabalık biraz daha artmıştı. Çocukları, yakınları, komşuları ona karşı son görevlerini yapıyorlardı. Çok sevdiği dutun altına kurdukları ocakta büyük bir kazanda su ısıtıyorlardı. Mahallenin bakkalı, berberi, kasabı kalabalıkla birlikte sırtlarını bahçe kapısının karşısındaki duvara dayamış, yıkanmasını bekliyorlardı. Temmuz ayında sabahın bu saatinde hava hiç olmadığı kadar serindi. Çığlıklara yaprak hışıltıları karışıyordu. Son görev için son dualar ediliyordu.
Elif ananın tek odalı evi hınca hınç dolmuştu. Bahçeye kilim sermiş, oturuyorlardı. Zafer, dışarıda kendisiyle yaşıt arkadaşlarının yanında ağlamamak için zor tutuyordu kendini.
Tabutunu omuzlarda dışarıya çıkarınca, kalabalık, aynı anda bağırdı; “ALLAH RAHMET EYLESİN DEYİN Kİ ALLAH RAHMET EYLEYE”
Zafer, kalabalığın arasında hızla uzaklaşan tabuta el sallıyordu.
“Güle güle Elif ana, güle güle… Çay içmeye beklerim… Sana borcumu nasıl öderim şimdi?”