Facebook’tan daha vefalı, daha müşfik, daha canayakın dostum hiç olmadı.
Ne zaman göz göze gelsek “ne düşünüyorsun?” diyor bana, “bir şeyler paylaşmak ister misin?” diyor.
Yeri geliyor bana unuttuklarımı hatırlatıyor, yeri geliyor arkadaşlarımı bulmamda yardımcı oluyor, yeri geliyor hiç tanımadığım birilerini getirip “arkadaş olmak ister misin?” diyor.
Sonracığıma, sadece kendi hatamla hayatıma dair ettiğimi birçok arkadaştan kurtulmanın hiçbir yolunu bulamıyorken, facebook’un önerisi sonucu edindiğim birçok arkadaştan kurtulmamın her türlü yolunu gösteriyor. Sonracığıma kendisine söylediğim hiçbir şeyi unutmuyor. Her şeyi kaydediyor. Gittiğim yerleri, çektiğim fotoğrafları, yazdığım yazıları, yorumları her şeyi ama her şeyi hafızasında tutabiliyor. Ben unutmak istemeyinceye kadar kendisi unutmuyor ve ben unutmaya karar verdiğimde de hiç ikiletmiyor.
Facebook bana kendimden daha yakın geliyor bana. Ben onu ihmal ettiğimde hiç darılmıyor, küsmüyor, kırılmıyor, naz etmiyor, ‘yüzünü gören cennetlik, nerdesin bre zalım?’ diyerek sitem etmiyor. Öyle bir dost ki, rüyalarına bile girse hayali 40 yıl mutlu eder adamı.
Öyle bir dost ki tek başına insanın bir daha hiçbir dosta ihtiyaç duymayacağı kadar bir dost.
Öyle bir dost ki her şeyden öte…
Ama yine de insanın başını omzuna koyup ağlayabileceği, sorgusuz sualsiz yüreğini açacağı yarasını göstereceği, yeri geldiğinde kavga edeceği naz edeceği küsebileceği bir dosta ihtiyacı var. Gözlerinin içine bakıp konuşabileceği, çay içerken maziye dalıp hüzünleneceği, geleceğe dair konuşurken umutlanacağı, şiirler, şarkılar, ezgiler okuyacağı birlikte yolculuğa çıkacağı, mola yerlerinde uzun uzun susacağı, gecenin bir vaktinde birden aklına düşmüşken arayacağı bir dosta ihtiyacı var insanın