DEPREM

Abone Ol

(Depremin olduğu Cuma günü yazıldı, ertesi gün Karar’daki köşemde yayımlandı)

Dün İzmir’de deprem oldu. Seferihisar açıklarındaki depremin 6,6 büyüklüğünde olduğunu açıkladı yetkililer. ABD kaynakları büyüklüğü, 7,0 şiddetinde ilan etti. Bornova ve Bayraklı’da beş binanın yıkıldığını öğrendik. Genel olarak 7 şiddetine kadar az yıkım, 7’den sonra büyük yıkım ihtimalinden bahseder uzmanlar.

Bu deprem, büyük bir ikaz olarak anlaşılmalı!

İstanbul’da maazallah 7,8 büyüklüğünde bir depremin nelere mal olacağını biliyor muyuz? 2024 adındaki kötümser durum analizi mahiyetindeki romanımda böyle büyüklükte bir depremin on binlerce insanın ölümüne, milyarlarca lira mal kaybına sebep olduğunu yazmıştım. O büyük sıkıntıda İstanbul, uluslararası yardım kuruluşlarının istilasına uğrayıp yeni bir yönetime kapılarını aralıyor ister istemez.

Salgın bir yandan, deprem bir yandan Türkiye böylesi büyük bir faciayı nasıl omuzlayabilecek?

Buna hazır mıyız?

Yerel yönetimlerle merkezi yönetimin arasında gerek ve şart olan ‘uyum’ söz konusu mu? Öylesi felaketlerde İstanbul, Ankara ve İzmir belediyeleri karşı partilerde diye hükümet ‘hükümet etme sanatını’ hepten kaybedebilir mi?

İzmir’deki deprem, İstanbul’dan da hissedilmiş.

Şimdi bütün İstanbul hatta bütün Türkiye şu sorunun cevabını ilgililerden istiyor:

Olası bir depremde, toplanma yerleri dahil olmak üzere alınacak her türlü tedbir alındı mı? Yıkılması elzem olan binalardan bahsediliyordu, yıkıldı mı? Salgın batağındaki megakent, böyle bir durumda ölülerini nasıl kaldıracak, yaralıları nasıl tedavi edecek?

Bir ülke sadece iyimser durum analizi ile yönetilemez. Böyle bir ülke ancak Polyanna’nın ülkesi olabilir. En az üç senaryoyu düşünüp tartışmamız icap eder. Fiilî durum analizi, iyimser durum analizi ve kötümser durum analizi…

Şehirlerimiz 7’nin üstünde büyüklükteki depremlere hazırlanmalıdır.

Bunun için yapılması gereken basit tedbirler var. Demirden çalmamak, betondan çalmamak, çimentoda kötü kum kullanmamak değil sadece… Kentleri yaşanabilir kılmak gerek. Her şeyin büyüğünü aramamak... “En büyük binayı ben yaptım, en büyük hastaneyi ben yaptım, en büyük havaalanını ben yaptım, en büyük köprüyü, en büyük camiyi ben yaptım!” övüncü “haddi aşmayınız!” ölçüsüne sahip olması gereken Müslüman bir lidere asla yakışmaz.

Bugünkü yazımı, modern zamanların en saçma sorumsuzluğu olan ışık kirliliğine ayırmıştım aslında ama son dakika haberi ile deprem öncelik arz etti. İzmir’imize geçmiş olsun!

Ülkü Tamer, Geceleyin şiirinde: “Geceleyin karanlıkta/ Yıldız tuttum gök içinde/ Işığını sana vurdu/ Bir gül açtı yüreğinde” derken kim bilir yıldızları ne kadar yakından müşahede ediyordu.

Kafes filmimizde 12 Eylül kaçakları Muhsin Başkan ile Mehmet Sipahi, şimdi gömülü olduğu Taceddin Dergâhı’nın haziresinde eski mezar taşlarının arasında yaralı ve yorgun geceyi gözlemlerken yıldızlardan bahis açarlar.

Başkan, köydeki evinden gece yıldızlarla sohbetini hatırlatırken; Mehmet Sipahi de Sivas’ın Ardıçalan Köyündeki Palanga’dan yıldızların handiyse elle tutulacak kadar yakın olduğundan dem vurur.

Mehtaplı gecelerde yıldızlarla konuşan şehir ve insanı yitip gitti.

Şimdi panolarla, neon lambalarıyla, lüzumsuz köprü, bina, yol, meydan, hatta hadnaşinaslığın en uç noktasına kadar uzanıp gökyüzünü aydınlatmalarla hayatımızdan yıldızlar kayıp gitti. Samanyolu’nu sadece onu istismar eden cemaatin televizyonu sananlar, artık o içinde olduğumuz galaksinin nurânî gök dalgasını okuyamıyor, hatta hiç göremiyor.

“Kapanma ana / Kapanma tabutumun üzerine bu kadar / Yıldızları göremiyorum” diyen şehitlerin ruhaniyletini idrak edebilecek şehir insanı, nobran, ışığı delice olur olmaz yerde kullanan, enerjiyi har vurup harman savuran kent insanına terk etti her şeyini… Şiirlerini terk etti, unuttu. Şiirlerini, geceyi, yıldızları, âsumânı…

Işık kirliliği altında güya gecesini gündüz yaptı. Haddi aştı. Suyu, toprağı, havayı kirlettiği yetmezmiş gibi şimdi görüntü kirliliği ile şehirlerini betona boğdu. O da yetmezmiş gibi diktiği bütün o betonları yüzey aydınlatmasıyla hatta daha da aşırıya kaçarak dikey aydınlatmasıyla ışık kirliliğinin sorumlusu yaptı. Bitkiler fotosentez yapamaz oldular. Canlıların hem morfolojik hem psikolojik yapıları bozuldu. Kaplumbağalar yumurtalarını hazırlayamadılar, yumurtalarından çıkan minik kaplumbağalar deryaya gidecek yerde deryanın yüzey yansıması sandıkları otel ışıklarına, kent ışıklarına doğru yöneldiler ve öldüler.

İnsanoğlu, bu kadar çok felaketi göremedi. Neler olup bittiğini anlayamadı bile.

Bu kadar cinayetin sebebinin tıpkı o çıkardığı büyük yangın ve savaşlarda olduğu gibi ne büyük felaketlere yol açtığını nelerin müsebbibi olduğunu kavrayamadı.

Yaşanan doğal afetlerin sebebini de Tanrı’ya yordu; kendini kandırdığı gibi Yaradan’ını da kandırmaya yeltendi.

Çağlara şahitlik eden mercanlar renklerini yitirmeğe başladı. Bir yıl içinde geceyi ve şehri lüzumsuz aydınlatmanın enerji maliyeti milyarların üzerinde…

Bütün kirlilikler birbirini besler. Su, toprak, hava, görüntü, gürültü ve ışık kirliliği…

“Değirmen çökmüş, şakşağını arıyor!” der anam. Nemize gerek demeyelim Açık kalan bir lamba, yarım ton kömür eşdeğerinde enerji demek.

Bir 29 Ekim kutladık neonlarla, abartılı ışıklarla… Cumhuriyet şuuru olmadan göğü ışığa boğmuşsun ne çıkar?