Komşularımız akrabalarımız gibiydi, komşulukta akraba gibi güçlü bir bağdı.. Evlerin dış kapıları kapanmaz, her daim gelene gidene açık olurdu.
Yiyecek içecek bulmakta sıkıntılarımız vardı, yamalı pantolon gömlek ceketlerle dolaşır fakirdik ama mutluyduk.
Kimseye kendimizi beğendirme derdimiz yoktu, iki pantolonumuz olurdu üçüncüyü almak aklımıza bile gelmezdi.
Küçük şeylere sahiptik ama bölüştükçe o küçük şeyler büyürdü.
Bir dilim peyniri beş altı defa ısırdığımız olurdu. Bir soba etrafında ısınır, bir oda da uyur, lengerde pilava 8-10 kişi kaşık sallar büyük bir keyifle bitirirdik.
Yemeğin kokusu komşuya ulaşır, gönlü kalır diye mutlaka yemeğe bir bardak bulgur fazladan eklenir, komşulara birer kap dağıtılırdı. Komşu hakkı var, göz hakkı vardı. Koku gitmişse ayıptı.
Bayramlarda bütün komşular birbirine gider bayramlaşırdı. Oturduğumuz mahalle, sokak sanki hepsi büyük bir aileydi, herkes biri birini çok iyi tanırdı.
Acı ve tatlı her şey birlikte paylaşılırdı. Beraber ağlar beraber gülerdik. Düğün olduğunda herkes düğüne bir şekil katılır, gelin başı yapılırken mahallenin bütün kadınları hazır bulunur, güveyi sahresine bütün erkekler katılırdı.
Mahallenin meydanında yaşlısı genci çocuğu hep birlikte, gırcik, çelik çomak, saklambaç oynar, hümbek atlardık.
Bir mahallede biri vefat ettiğinde, hele ki beklenmeyen/zamansız bir genç ölümüyse, kaza ile vefat ederse onun acısını sadece ailesi değil, bütün sokak, bütün mahalle paylaşırdı.
Eli kalem tutanlar o acıyı kaleme alır destaniler yazılan şiir ve destanları sokak sokak dağıtır o acıyı anlatıp hüzünlenirlerdi.
Mahallede taziye olduğunda mahalle sakinleri evlerde radyo ve Tv, teyp gibi müzik çalarların tamamının üzerini siyah bir örtüyle kapatır, en az bir yıl o örtü kaldırılmaz, vefat edenin ailesinin acısına ortak olunurdu. Hatta yakın zamanda yapılacak düğün/nişan/sünnet gibi törenlerinin tamamı o acıya saygı gereği iptal edilir, ileri tarihlere ertelenirdi.
Sokağımızda/mahallemizde yakınını kaybeden komşumuzun acısı ora yerde dururken diğer komşu aynı ortamda davul zurna çalmak gibi bir duygusuzluğun içine giremezdi.
Altını çizdiğim yaşayıp gördüğümüz bu adetler orta Asya’da, Türki Cumhuriyetlerde halen uygulana gelmektedir
. Azerbaycan’da da Türkler özellikle genç vefat edenler için komşu ve yakınlarının acısına aynı duyarlılığı hala göstermektedirler.
Ne güzel geleneklerimiz, töremiz varmış. Bir sokakta bir mahalle de bir ilçede genç biri kazayla vefat ederse onun hikâyesi yazılırdı. Yarım kalan hayalleri dilden dile dolanır, bir başarısı var ise yiğitliğinden dem vurulur güzellikleriyle anılırdı. Millet olmanın, bir olmanın gereği de budur zaten. Beraber ağlayıp beraber gülmektir. Akraba olmak, komşu olmak, hemşeri olmak, millet olmanın sonucu budur zaten.
Gelelim konumuza; 6 Şubatta son 200 yılda Dünya’da yaşanmış en büyük felakete sahne olan Adıyaman’ımız, bazı bilim adamlarının iddialarına göre 9 şiddetinde bir sarsıntıya sahne olmuştur. Deprem değil adeta kıyametin bir provasını Adıyamanlı olarak yaşamışız.
Resmi kayıtlara göre Adıyaman’da 10.000 civarında hayatını kaybeden var. 50.000 e yakın yaralanan, 4.000 civarında elini, kolunu, bacağını herhangi bir uzvunu kaybeden veya felç olup organlarını kullanamayan bir kesim de aramızda yaşama tutunma mücadelesi veriyor.
Yüzbinlerce insanımız yaşadığı korkunun stresi altında, psikolojisi bozuk, hala tam ne yaşadıklarını farkında olmayan şaşkın büyük bir kesim var…
Evleri yıkılanlar, iş yerleri yıkılanlar, arabalarını, araçlarını, makinelerini, her şeyini kaybedenler, ailece ağır kayıp verenler, yetimler, öksüzler, kimsesizler, yoksul insanlar..
Çaresizliğin kol gezdiği şehrimizde depremin ilk 2-3 günü yardım yetişemediği için enkazların altında imdat çığlığıyla bağıra bağıra soğuktan donup ölenler..
Bu çığlıkları enkaz başında çaresizce bekleyip bir şey yapamayanların uykularında bu çığlıklarla geceleri uyanan uyuyamıyanların travmaları..
Diğer tarafta Hiroşima ve Nagazaki’den beter hale gelen bu enkazların içerisinde eşya yağmalayanlar, boş evleri talan eden haydutlar…
Enkaz içinde cesetlerin yaralıların üzerinde mücevher arayanlar..
Mağazalara marketlere girip milletin malını yağmalayanlar…
Vatandaşa dağıtılan su/gıda malzemelerini aile boyu sıraya girerek, gasp edip stokçuluk yapanlar…
Deprem sadece binalarımızın çürüklüğünü ortaya çıkarmadı bu ahlaki çöküşte depremle birlikte ortaya çıktı.
Depremin üzerinden 2 ay bile geçmemişti, enkazlardan hala ceset çıkarılıyordu. Bu acıların sıcak saatlerinde seçim çalışmalarında parti konvoylarının klakson sesleri, halaylar tepinmeler, düğünler yapıp davul zurnalar çalınmaya başlamıştı.
Geçen her hafta havai fişekler atanlar, çılgınlığı ilerletip düğünlerde havaya ateş edenler vardı. Daha iki ay bile geçmeden insanların acısı bu kadar tazeyken, Adıyamanlı on binler düğün yapmaya, davul çalmaya müsait hale ne zaman geldi?
Ne ölenlere saygımız kaldı ne ölenlerin ailesine, ne de birbirimize saygımız kaldı.
Şimdi bu kentte evler caddeler sokaklar yapılır, fakat bu ahlaki tahribat ve yıkım ne boyuta ulaşır bunu bilemiyorum.
Ağlanacak halimize bütün dünya üzülüp iç çekerken bizler hangi ruh haliyle düğün yapıp bu acıların üzerinde yüzümüz kızarmadan nereye kadar tepineceğiz?