Geçenlerde 70’li yıllardan can dostum Coşkun Karakaya’nın oğlu Işbara ile karşılaştım. Üç dört yaşlarından tanırdım. 41 yıldır görmemiştim. Işbara adı aldı götürdü beni uzaklara ve bir zaman tünelinin içinde konaklattı. Coşkun Hoca Gazi Eğitim’de resim öğretmeni ve iyi bir ressam, iyi bir grafikerdi. Töre-Devlet Yayınevi’nde çıkan Çirkef ve Kutlu Töre kitaplarımın kapakları da onun eseriydi. Coşkun Hocam kalp hastası olduğunu kimselere söylemedi, eşine bile. Bir gün ansızın gidiverdi aramızdan.
Coşkun Karakaya’nın başka önemli eserleri de vardı: Öğrencileri Mehmet Başbuğ, Ali Düzgün, Osman Altıntaş bayrağı devraldılar ve Türk resmine önemli tablolar kazandırdılar.
Mehmet Başbuğ benzersiz tekniklerle çalışırdı. Yağlı boyanın yanında kil çamuru kullanarak, özgün fırça darbeleriyle “İşte bu Mehmet Başbuğ tablosu” dedirtirdi. Bir keresinde “Adını yazmana gerek yok, tablonun senin olduğunu herkes anlıyor” demiştim. Diyarbakır yöresinde, çocukluk yıllarında beynine resmedilmiş pazar satıcılarını, yaşlı kadınları, atları, at arabalarını ve sıcak bozkırın renklerini ustalıkla kullandı. Ankara yıllarında gönül verdiği ülkünün konularına atladı sonra. Bayrak işleyen gelinler, Kurtuluş Savaşı yılları kağnıları, mavzerli erkekler ve yine atlar…
Bugün Mehmet Başbuğ’un ölüm yıldönümü… Zaman ne çabuk gelip geçmiş. Beraber yürüdüğümüz miting meydanları, beraber gittiğimiz piknikler, Ocak Yayınları’na kitap kapağı tartışmaları, Doğuş Edebiyat Dergisi kapağına konulacak tablolar bir film şeridi gibi gelip geçti önümden. Sadece dostlarının gönlünde değil seni şahsen tanımayan sanatseverlerin gönlünde de iz bıraktın Mehmet Başbuğ.