Abdurrahim Karakoç’u toprağa verdik. Aldım başımı ellerimin arasına, gözüm beyaz kefeninde, gönlüm figanda, uçtum uçtum ve yetmişli yılların başına konuverdim.
Gökyüzü karanlıktı, simsiyah bulutlar Batı’dan bir fırtına patlatmıştı, bir zulüm rüzgarı ortalığı kasıp kavuruyordu. Bizse Anadolu’dan gelmiştik, korkak değildik, tedirgindik, vatan adına üzgündük... Netmeli, neylemeli?.. Ne hissettiklerimizi söze dökebiliyorduk, ne gördüklerimizi... Bir ses duyduk Elbistan’dan, Cela’dan... Bizi anlatıyordu bre, vallah bizi anlatıyordu:
“Yüreklerde kök bağlayıp yaşayan
Bir güzel ülküdür gönül verdiğim.
Ezelden ebede müjde taşıyan
Bir güzel ülküdür gönül verdiğim.”
Zulüm rüzgarlarının vatanımı bir uçtan bir uca titrettiği yıllarda Karakoç, bizim isyan sesimizdi. Öfkemizi, sevincimizi, tasamızı, sevdamızı onun dizelerinde bulup kana kana içiyorduk. Hani diyordu ya:
“Yürüdüm sel oldum, durdum göl oldum
Mazluma, mağdura kıvrak dil oldum
Zulüm sıcağında serin yel oldum
Yürekten yüreğe estim; gel de gör.”
Bazan umutsuzluğa kapıldığımız olurdu, O Cela’da idi, biz her yerde... Aramızdaki mesafelere rağmen o hissederdi bizim duygularımızı ve gönül dağımıza bir volkanın alev püskürtmesi gibi dörtlükleri önümüze. atıverirdi. Zulüm rüzgarlarının Özmenleri, Önkuzuları bir bir elimizden aldığı yıllar... Yüreklerimiz onun dörtlükleri ile cesaret ve azim yüklenirdi:
“Soysuzlar taş atar mukaddesata
Karşı duramazsak bizdedir hata.
Tahammül teşviktir, böyle hayata,
Öl , insan küçülmez ölünce Hasan.”
Çileyi, ezayı, cefayı ve ölümü bize sen sevdirdin ağabey!.. Bir nesil yetişti senin volkanında, o neslin hissiyatı sendin, yüreği sendin, imanı sendin, cesareti sendin... “Sanat ülkülerin kanadı” ise, bu gün ülküm kanatsız bir kuştur artık...
***
Rahmetli Galip Erdem Ağabey’in bir dağ teorisi vardı: “Bizler ‘dava’yı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük(!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: ‘Dava’yı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz ‘dava’yı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.”
Karakoç dağın zirvesine yürümedi, “dava” yı unutulduğu yerde bekledi yıllar yılı. Zirveye yürüyen “Firavun ve muhafızları” onu yükseklerden taşladılar, kayalar yuvarladılar üzerine, “hain” ilan ettiler...
Büyü bozulmuş, perde açılmıştı. Artık şiir kurnasından hüzün ve öfke akıyordu. “Müzelik Şiir” Karakoç’un “Firavunlara” isyan çığlığı idi:
Yürüyen heykellerle aynı müzedeyim ben
Konuşan mumyalara kimden söz edeyim ben
Fikren işkencedeyim, ruhen cezadayım ben
*
Korkaklığın sükûtu kol geziyor her yerde
Sanki tek başımayım, tek kişilik mahşerde.
*
Kaybettim mesafeyi, zamandan uzaklaştım
Sevgi diye sarıldım, isyanla kucaklaştım
Ne kendimden kurtuldum, ne kendime yaklaştım
“Fikren işkence, ruhen ceza” çektiği yıllarda bile dimdik durdu, Ağrı Dağı’nın eteklerinde unutulan “dava” nın sadık bekçisi oldu. Yetmişli yıllarda “Zulüm Azrail olsa hep hakkı tutacağım” diyen Üstad bu defa Azrail’e değil “Siyaset Firavunlarına” kafa tutuyordu. Köşe yazarlığı yaptığı gazeteleri sesini geniş kitlelere ulaştırmak için bir kürsü olarak kullandı, siyasi bir tercih olarak değil...
“Biz-biz” diye avunduk, biz yoktu, “ben” ler vardı
Siyaset sofrasında bizi yiyenler vardı...
*
Körpe hayallerimiz kör tırpanla biçildi
İşret meclislerinde kanlarımız içildi...
*
Nurdan gömlek giydirdik çamurdan heykellere
İnanmıştık bir kere, aldatıldık bin kere..
.
Karakoç’u Ağrı Dağı’nın zirvesinden taşlatanlar da kabre kadar geldiler. Timsah gözyaşlarıyla Karakoç’un üstünün toprakla örtülmesini seyrettiler.
Ülkü değerlerimizin hatırlanması için illa ölmesi mi beklenecek?.. Yoksa “Ohhh!.. Bir beladan daha kurtuldum” sevinci mi yaşanıyordu?
“Bedenime korkak yürek yüklemem
Tatlı diye öz canımı saklamam
Öldüğümde çalgı çelenk beklemem
Al götür kabrime koy bu sevdayı.”
Karakoç’u “hain” ilan edenler ders alsın; O’nun sevdasını kabrine, sevgisini kalbimize gömdük. Bir zamanlar “Nurdan gömlek giydirdiğimiz çamurdan heykeller!..” sizleri de Allah ıslah eylesin!..
09.07.2002 Yeniçağ