Horozların ötüşüyle yola düştü. Köyü çıktıktan epey sonra ezan okundu. Hava sıcaktı. En az üç saat yürüyecekti. Ekinler sararmaya başlamıştı. Bir haftaya kalmaz arpalar biçilirdi. Karpuzlar kabak gibi ortadaydı. Kavunlar tatlanmıştı. Yolun ortasındaki kuru otların arasından fırlayan kertenkeleler, kuyruğuna basınca kuyrukları kopuyordu. Kertenkele gözden kayboluyor, kuyruk dolanıp duruyordu orta yerde. Fırat’ı geçti, Yaylak düzlüğünden köye baktı. Görünmüyordu. Kayalık tepenin arkasından güneş yükseliyordu. Taşlar sıcak, toprak çatlaktı. Tarlalar tütüyordu. Kertenkeleler yılanlar yer değiştiriyordu. Bozova’ya girdiğinde köylüler ilçeye giriyorlardı. Kuru dere köprüsünden geçti, dibinden ilçeye giden yolun karşısındaki fırından ekmek, aldı, kopardı, ağzına koydu. Fırıncılara kaymakamlık binasını da sormuştu. Tarif ettikleri tarafa giderken gazete kâğıdına sardığı sıcak ekmeği koparıp koparıp ağzına koyuyordu. Sıcak çarşı ekmeği ile karnı doyacaktı. Seviyordu sıcak ekmeği. Arasında helva olunca daha çok seviyordu.
Kaymakamlık binasına geldiğinde durdu, teneke tabelayı okudu, merdivenlere doğru yürüdü. Çalışanlar gelmişlerdi. Mesai başlayalı yarım saat olmuştu. Birkaç kişi bahçede yaprak süpürüyor, tenekelere dolduruyordu. Çöp arabaları kaldırımdaki çöp tenekelerini boşaltıyordu. Beyaz çiçekli akasyaların yaprakları çimleri kaplamıştı. Güller al aldı. Sarı güller, Karagüller… Bahçe duvarına sarılan ufacık beyaz gülleri seyretti. “Asma gül…” dedi içinden.
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünü sordu kapıda karşılaştığına.
“İkinci kat, koridorun solunda üçüncü kapı,” dedi, şapkası yana kaymış, şalvarı yırtık, yamalı, lastik ayakkabılı adam.
İkinci kata çıktı, koridorun solundaki üçüncü kapının önünde durdu.
Kapını üstünde Milli Eğitim Müdürü, Sadullah Berk yazıyordu.
Yazıyı okuduğunu gören birisi hızla ona doğru geldi.
“Buyur hemşerim,” dedi.
“Müdür Bey’le görüşeceğim,” dedi, koşarak gelen adama.
“Müdür Bey gelmedi. Geldi de Kaymakam Bey çağırdı. Bekle, birazdan gelir.”
Koridorun sonundaki boş bankı göstermişti adam.
Banka doğru yürürken müdürle yapacağı konuşmayı geçiriyordu aklından. Bozova’ya geldiğini gizlediği arkadaşlarına vereceği cevabı da düşünüyordu. Daha doğrusu nasıl bir yalan söyleyeceğini… Arkadaşlarının Milli Eğitim Müdürlüğünün memur alacağından haberi yoktu. Hiçbirine söylememişti. Babasının Şanlıurfalı bir arkadaşı söylemişti kendilerine de. Arkadaşlarla aralarında sözleşmelerine rağmen söylememişti. Eğer söyleseydi kendisi ile Bozova’ya gelecekler vardı. Ondan söylememişti. Onlar yüzünden şansını kaybetmek istemiyordu. Daha doğrusu öyle düşünüyordu. Eğer yalnız olursa işe alınması kesindi.
Bozova, köylerine üç saat mesafede olduğu ve hemen her hafta bir Bozova yahut Şanlıurfalı köye geldiğinden, köyün gençleri hem Şanlıurfa hem de Bozova’da memur ya da işçi alımıyla ilgili haber alıyorlardı zaten. Arkadaşları mutlaka duyacak, duyduklarında kendisine kızacaklardı. Onları atlattığını, haber vermediğini duysalar kesin küserlerdi. Küsmekle kalmaz, iş aramaya gittiklerinde bu sefer onlar kendisine haber vermezlerdi.
Pek takmadı. Nasıl olsa Bozova’da işe başlayacaktı.
Müdür başvurusunu aldı, haftaya işe başlaması için gelmesini söyledi. Umduğundan kolay olmuştu. Ne iş yapacağını bile sormadı.
Havalara uçtu. Artık bir işi vardı. Memur olacaktı. Kim duyarsa duysun artık. Umurunda değildi. Arkadaşları olsaydı haber verecekler miydi? Sanmam dedi. Neşeden havalara uçuyordu. Babasının mutlaka görmesini istediği adamın adını da unutmuştu. “Boş ver,” dedi. “Nasıl olsa işe alındım. Haftaya başlayacağım. Araya adam koysam ki ne, işe yaramaz, gereği de yok. Boş ver. Adaaam, sen de…” Memur ya, hangi iş olursa olsun. Ha kapıcı, ha masa başı...
Oynaya oynaya Bozova’dan çıktı.
Eve geldiğinde akşamdı. Hava iyice kararmıştı. Yemeğini yedi, erkenden yattı. Babası ismini verdiği arkadaşı ile görüşüp görüşmediğini sordu, “Görmedim,” dedi.
Haber çoktan yayılmıştı. Duymayan yoktu. Arkadaşları sabah erkenden eve geldi, kızdı, küstüklerini söylediler. Kızan, evi terk ediyordu. “Otur, çay içelim, kahvaltı yapalım,” demesini kimse takmadı, sinirli, sinirli kapıyı çarpıp çıkıyorlardı.
Hafta olunca Bozova’ya gitti. Hükümet Konağını bildiğinden kimseye sormadı. Aynı fırından aldığı ekmeği kopara kopara konağa yürüdü.
Konağa vardığından gene kimseye sormadan ikinci kata çıktı, koridorun solunda üçüncü kapıya gitti, önünde durdu, bekledi. Odacı onu görünce, “Hey, bekle… Kime baktın?” dedi.
“Müdür Bey’le görüşeceğim,” dedi.
“Müdür izinli. Evinde.”
“Ama…”
“İzinli, dedim ya… Evine git, işin acilse…”
“Nerede ki? Bilmiyorum ki?”
“Çarşıda sor, söylerler. Haydi, bekleme boşuna.”
O kadar üzgündü ki bir ara hayallerinin yıkılacağını düşündü. Terden sırıl sıklamdı. O kadar yol yürümüş gelmişti. Bu hafta işe başlayacaktı. Üstelik köyde duymayan kalmamıştı. Şimdi ne derdi köylülere. Ne derdi babasına, arkadaşlarına… Olacak iş mi? Ne hayaller kurmuştu oysa. Bütün arkadaşları ile arası açılmış, kimseyle konuşmuyordu. İşe başlayacak, hava atacaktı hepsine. Sonra yeniden konuşmak için bahane uyduracaklardı. O da nazlanacaktı.
“Dur, boş yere üzülme bu kadar. Ne olmuş ki? Babamın arkadaşı vardı. Adı neydi, hay Allah unuttum,” dedi.
“Hah, hatırladım. Şu güller olmazsa hatırlamayacaktım. Guli emmi…”
Aradı, buldu Guli emmiyi. Çok tanıdık biriymiş zaten. Sorduğu ilk kişi tarif etti yerini.
Bakkaldı Guli emmi. Derdini bir bir anlattı Guli emmiye. Guli emmi bir güzel dinledi onu. Gün görmüş biriydi, belli. Hiç ses etmedi o konuşurken. Konuşmasını hiç bölmedi. Bu arada müşterilerinin işini de gördü. Çocuk, yaşlı, genç, kadın demeden istediklerini verdi. Parasını veren de oldu, deftere yazdıran da.
“Ne yapalım Guli emmi? Elini ayağını öpeyim Guli emmi. Rezil olurum köye. Rezil olurum babama.”
Guli emmi düşündü. Kirli sakalını kaşıdı, tütün torbasını çıkardı, sigara sardı, yaktı, dumanını üfledi.
“Sen şimdi bizim eve git. Ev şurada. Yakın. Elif anana söyle, sana bir hindi versin. Al, müdüre götür. Adamı tanımıyorum. Ne der, bilmiyorum. Ama sen yine de götür. İşe yarar. Çoğu zaman işe yarar… Bunda da iş görür. Babanın hatırı var. Yoksa girmem bu işe ya, neyse…”
Guli emminin evini buldu, Elif ananın gösterdiği hindiyi tuttu, müdürün oturduğu lojmana gitti, kapıyı çaldı.
Kapıya orta yaşlı, temiz giyimli, bakımlı bir hanım çıktı. Belli ki müdürün eşiydi.
Hindiyi kapıdan uzak bir yerde tutmuştu. Sesi geliyordu, ama görünmüyordu.
“Buyur.,” dedi kapıdaki temiz giyimli, bakımlı kadın.
“Şey, Müdür Bey evde mi? Beni hatırlar…” dedi.
Bayan, beklemeden, içeriye döndü, “Sadullah, seni soran biri var,” dedi.
Sevindi. Adını kapısının üstünde okumuştu.
Hindi, glu, glu, sesler çıkarıyordu. Guli emminin Hindisi…
Sadullah Bey gelene kadar hindiyi kaptı geldi.
Sadullah Bey henüz gelmemişti.
Az sonra geldi. Kapıda elinde hindi ile bekleyen genci görünce şaşırdı, muhtemelen hatırlamadı.
“Efendim, ben geçen hafta…”
Birden hatırladı.
“Hah, şu, çocuk,” bir hindiye, bir ona baktı.
“Bu ne?”
“Şey, efendim, hediye…”
Adamın rengi de bakışı da değişti. Yiyecek gibi bakıyordu. Sanki boğazlayacaktı.
“Guli emminin hediyesi…”
“O kim lan… Tanımıyorum. Defol… Defol, daha da görünme… Şimdi polis çağırırım, alır götürürler seni. İş miş de yok. İptal oldu zaten. Kaybol…”
Elinde hindi, hızla uzaklaştı. Bir anda sokakta buldu kendisini.
Elinde hindi, Guli emmiye koştu.
Köylüler, babası, arkadaşları arkası arkasına kulağına üflüyorlardı. Hem de o biçim…