Milli Bayramlarımızda gurur ve sevinç; dini bayramlarımızda tatlı bir mahzunluk sarar ruhunuzu.
Büyükler, anlamı derin bu mahzunluğu içlerinde yaşarken, çocuklar ise neşe ve sevinçlidir her zaman. Hangimizin, çocukluğunda, bayram öncesi alınan ve bayram sabahı giyilecek olan ayakkabılarımızı yastığımızın altına koyup yattığımız arefe gecelerimiz yoktur ki ?
Bu tatlı bayram mahzunluğunun, ruhumuzun derinliklerinde yatan sebeblerini ve izlerini bana hissettiren ve hatırlatan yaşadığım on bayramım oldu!
Aslında büyüklerin hissettiği ve yaşadığı bu bayram burukluğunun ve mahzunluğunun sebebi tek bir kelimede sırlıdır, gizlidir: Hasretlik !..
Her bayram sabahı bir daha asla bayramlaşamayacağımız ya da gurbette olan yakınlarımızın hasretliğinin sızısıdır bizi aslında mahzun kılan !..
Büyükler, çocukların neşesi bozulmasın diye içlerinde yaşatır bu burukluğu.
Belli etmezler!. Onun için mezarlıklar arefe günü ziyaret edilir.
Bayram sabahı bir daha kavuşulmayacak olan anaya, babaya, evlada, kardeşe, eşe olan hasretlik haneye çökmesin, bayramın sabahı çocuklar için bayram gibi olsun diye !..
Bu sebeplemidir bilmem ben bayramların ilk günü kolay kolay dost ve akrabaları arayarak bayramlaşamam !..
Yaşadığım on bayram dedim !..
1981-1986 arası Mamak zindanlarında geçirdiğim beş Ramazan, beş Kurban bayramı !..
Bu bayram sabahı size sıkıntılı, iç karartan zindan hatıralarımdan elbet bahsetmeyeceğim dostlar.
Bayram şekeri ve kutlaması olarak sizi gülümsetecek bir hatıra mı paylaşacağım sizlerle. Gülümserken içiniz burulmasın, siz hikayenin tatlı olan kısmını alın !..
Zaten olan oldu, geçen geçti !..
Mamak’a girerken biri 10 aylık diğerine 3,5 yaşında iki evlat nasip etmişti şükürler olsun ki Tanrım.
Cezaevinde 5. bayramı geçirmeye hazırlanırken Avrupa Birliğinin baskısı ve talebi ile Özal iktidarı, cezaevlerinde bayramların birinci günü açık görüş yapılması kararını aldı.
Artık çift parmaklıklar arasından, telefon kabini benzeri ayrılmış bölmelerde, ayakta, hem ziyaretçimizin ve hem de bizim arkamızda dikilen askerlerin nezaretinde 5 dakika değil, bir masanın etrafında sarılarak hasret gidereceğimiz 20 dakikamız olacaktı.
2 saniye gibi geçen 20 dakika !..
İlk defa o bayram konuşmaya ve yürümeye başladığını eşimin mektuplarından öğrendiğim Alperenime ve firarken buluştuğumuz zamanlarda elimi sıkı sıkı tutarken bana bir kere bile olsun “baba sen niçin eve gelmiyorsun ? “ diye sormayan Buğrahanıma sarılacaktım.
Sormuyordu, çünkü polislerin evimizi sık sık basmalarından eğer eve gelirsem beni yakalayacaklarını biliyor ve onun için hiç soru sormuyordu.
4 yaşında omuzlarında dağ gibi soruların yükünü yüklenmişti o günlerde büyük oğlum!
Ve beklenen açık görüş günü geldi.
İlk uygulama idi.
Cezaevi kapısın önünde girişteki Bahçesi hazırlanmıştı.
Yani; ilk defa tahliye olmuş gibi cezaevinin ana binasından çıkacak, bahçede görüşecektik. Ziyaretçilerimizin cezaevinin içine girerek yaşadığımız konforu görüp kıskanmalarını belli ki istemiyorlardı (!).
Masalar hazırlanmıştı. İlk defa engelsiz ve karşılıklı oturarak hasret giderecektik…
Koğuş koğuş, ayrı ayrı sırasıyla görüşecektik !..
Bizim koğuşun sırası geldiğinde hepimizi saran heyecan tarifsizdi. Kimimiz, anamıza, babamıza, kardeşlerimize ve kimimiz de eşimize, çocuklarımıza yıllar sonra ilk defa bu kadar yakın olacaktık. Annemle babama yine fedakarlık düşmüş ilk görüş hakkımda eşimle ve çocuklarımla görüşmemi istemişlerdi.
Yaz başlangıcı güneşli bir Mayıs sabahı idi.
Bahçeye çıktığımızda bizleri bekleyen ziyaretçi kalabalığının, oturdukları masadan bizlere doğru sallanan ellerinin karmaşası arasında kısa bir süre ziyaretçilerimizi bulmaya çalıştık. Her ziyaretçi önceden tembihlenmişti. Kimse masalardan ayağa kalkmayacak ve tutuklulara doğru koşmayacaktı. Kim bu kuralı bozarsa ceza elbette tutuklu yakınına değil tutukluya verilecekti. İşte bu yüzden sadece eller havada sallanıyor fakat hiç kimse oturduğu sandalyeden kalkmıyordu.
Orda idiler !..
Eşim ve sandalye de oturan oğullarımı gördüm.
Tabi Hülya ile Buğrahanı uzaktan hemen tanıdım.
Bebekken bıraktığım Alperen’i ise yanlarına vardığım zaman tanıyabildim.
Alperen şaşkın şakın meraklı gözlerle bana bakıyor, Buğrahan gülümsüyor ve eşim buğulu gözleri ve titreyen dudaklarıyla gülümsemeye çalışıyordu.
Bayramın birinci günü sabahı !..
Mahzun ve buruk kucaklaştık ve sandalyelerimize tekrar oturduk. Buğrahan hemen kucağıma geldi. Başını göğsüme koydu ve sessizce sarılıp öylece kala kaldı.
Alperen dikkatli gözlerle hala beni süzüyordu.
Eşim ile nasılsın faslından bir kaç kelime konuşmuştuk ki Alperen aniden bana “sen benim Şafak babam mısın?” diye sordu !..
“Evet oğlum” der demez oda kalkıp kucağıma geldi ve sarıldı.
Onunla da öylece kala kala kaldık
Buğrahanın sessizliği bozan “ben annemle okula gidiyorum artık baba !.” sözlerinin ardından eşimle, daha çok kim nasıl sorularından oluşan, aslında dillerimizin şeklen, gözlerimizin ise gerçek hisleriyle yaptığı konuşmalara dalmıştık ki birden günün unutulmayan ve koğuşlarda her hatırlandığında hepimizi gülümseten olayı oldu.
Buğrahanın, “Alperen ne yapıyorsun? Çabuk buraya gel” bağırmasıyla bir de baktık ki; Alperen her görüşme masasının yanında rahat vaziyette elleri arkadan bağlı olarak ayakta duran askerin postalına çişini yapıyor, bir yandan da başını kaldırmış askerin yüzüne bakıyor.
Asker duruşunu hiç bozmadı. Hiç bir şey de yapmadı. Gözleri ile ileriye bakmaya devam etti. Yan masadan görenler gülümsedi. Görüşe nezaret eden kıdemli başçavuş olayı görmesine rağmen sessiz kaldı.
İşini bitiren Alperen yanımıza geldi. Tekrar kucağıma oturdu.
Buğrahan “sen ne yaptın Alperen?” dedi.
“Çişim geldi, ne yapacaktım?” dedi, biraz hiddetli olarak Alperen !..
Ve sonra bana döndü “baba bu askerler mi seni burada tutuyor?” dedi !..
Anladınız değil mi?
Hasretlerinizin yüreklerinizi pişirdiği ve ahde vefayı unutmadığınız bayramlarınız kutlu olsun !..
Sağlıkla kalın, Allah’a emanet olun !..
Hakkı Şafak Ses