Her seferinde çocukluğuma hasretle, aynı heyecanla gittiğim; başı dumanlı, mor Bozdağlarına, yemyeşil bağlarına, şırıl şırıl akan deresi ve hemen kıyısındaki, altındaki pınardan, ak sakallı, yeşil sarıklı şehit-evliya dedelerin abdest aldığı görülen yüce çınar ağaçlarına, gelincik, papatya tarlalarına doyamadığım; erik, dut dallarını elli beşimde bile aynen beş yaşımdaki heyecanımla asıldığım; mutlu hatıraların acı olanları çok şükür hep bastırdığı, doğup büyüdüğüm köyüm, Manisa’nın Alaşehir ilçesine bağlı Dereköy, yetmişli yılların başında kasaba olarak Kavaklı dere adını aldı. Orada yaşadığım mutlu ilk on üç ve sonraki okuyabilmek ve küçük yaşta evlendirilmeye karşı mücadele sebebiyle yorucu, üzücü iki yılımı yazmak zor ama eminim çok da faydalı olacak. Yazmanın bana şifa olacağını da ümit ediyorum. İnşallah.
Alaşehir'e bağlı ama Salihli'ye de hemen hemen aynı uzaklıkta, karlı Bozdağlardan eriyip gelen taşkın suların çağıldadığı bir dere kenarında, dağın eteğinde kuruluydu. Adını da bu dereden ötürü almış olmalıydı. Etrafı bağlar, zeytinlikler, bahçelerle süslüydü. Sokaklarında ve evlerimizin bahçelerinde hakim olan ağaçlar, serin gölgesinde akşamlara kadar oynamaya doyamadığım, bahar geldiğinde bembeyaz, mis kokulu salkım çiçekler açan akasyalar ve zihnimdeki ilk hatıralarımdan olan; Anneciğimin hemen meyve vermeye kalkma, kavakları örnek al, dimdik, dosdoğru uza, çok büyü diyerek örnek verdiği, deli rüzgarlarla nazlı nazlı sallanan upuzun kavaklardı.
Çocukken hacıların Mekke'den, hurma ağacından yakalayıp getirdiği anlatılan, babamın dedesi Ömer ve oğlu İbrahim dedelerimiz sarışın avşar yörüğü kızlarla evlenmişler. Babam ise hem annesi hem babası, Osmanlı döneminde Karaman’dan Balkanlara gönderilen, cumhuriyetle birlikte de tekrar yurda dönen Türklerden olan muhacir, sarışın anneciğimle. Böylece melez çocuklar olmuşuz, renk açılıp gitmiş. Anneciğimin söylediğine göre, Ömer dedemizin Bozdağda geceleri saz çalıp türküler söyleyerek koyunları otlatırken, sesi, türküleriyle kendine aşık edip, obasından kaçırdığı benim gibi türkü sever Ayşe nineye benziyormuşum. O da kumral, yeşil gözlüymüş.
Kurtuluş savaşı sonrası, İzmirli Hacı Ümmet ağanın çiftlik kurması, çiftlikte çalışanlarla gittikçe nüfusu artarak kurulduğu anlatılıyordu köyümüzün. Manisa, Sarıgöl, Avşar köyünden olan Atiye nineciğim ve kız kardeşi İrfan teyzemiz anne babaları ölünce ağabeyleri tarafından İzmir’deki ağanın konağına beslengi verilmiş. Atiye ninem henüz on iki yaşlarındaymış. Ona beyin on aylık olan oğlunun bakıcılığı görevi verilmiş, kız kardeşine ise pirinç tarlalarında çalışmak düşmüş. Henüz İzmir’deler iken yunan işgali başlamış.
Bebeğin annesi Zahide kadın evdeki altınları yağ küplerine saklamaya çalışırken yakalanmış yunan askerlerine, evden çıkamamış. Ninemize emanet etmiş bebeğini, “Sen bebeğimi al gidenlere yetiş dağa kaç.” demiş. İşgalde tecavüze uğrama korkusuyla kaçan İzmir’li kadınlar, kızlar ve çocuklar öyle çok koşmuş öyle çok yorulmuşlar ki içlerinden kendimi, namusumu kurtarmalıyım, daha fazla taşıyamayacağım diyerek bebeklerini atanlar olmuş. Müslüman Türk kadını namusu uğruna canından parça bebeklerinden bile vazgeçmiş.
Kucağında bebekle onlara yetişen Atiye ninemize de kucağında zor taşıdığı bebeği atması için telkinde bulunmuşlar ancak, o emanet diyerek asla atmamış. Onca dik İzmir dağlarını küçücük haliyle kucağında bebekle aşmış. İşgalden sonra çiftliğe gelindiğinde bebeği sağ salim hanımına teslim ettiği için çiftlik sahibi ailenin göz bebeği olmuş hakkı olarak. Onu kızları bilmişler, hep minnetle bakmışlar. Büyüyüp evlenme çağına geldiğinde de İbrahim dedemizle evlendirmişler.
Dedemizi de çiftliğe kahya alarak mal mülk sahibi olmasını sağlamışlar. Daha sonra da köyün ilk muhtarı olmuş. Çiftlik sahibi ailenin minnet duygusu daha sonra babama ve en büyüğümüz olan, Mekke’den gelen Ömer dedemizin ismini taşıyan bir numara ağabeyime aynı görevin, desteğin verilmesi ile devam etmiş. Atiye ninemizin büyük vefası bütün ailenin geçim kaynağına, hepimizin karnının doyması, okuyabilmesine vesile olmuş Allah razı olsun.
O küçücük yaşta gösterebildiği büyük vefası kadar çok da merhametli, iyiliksever bir kadındı. Köyün en uç kenarında bir hasta olduğunu öğrense illa bir tas çorba götürürdü. Ve aynen benim gibi koyu bir çiçekseverdi. İki odalı, önü açık hayat dediğimiz büyükçe sofalı yer evlerinin arka bahçesinde pek çok çeşit meyve ağacı, sebzeler, ön bahçede ise hiç kimsede hiçbir zaman görmediğim kadar çok çeşit çiçek ve süs ağaçları vardı. Leylaklar, şakayıklar, şebboylar, ve renk renk güller, sardunyalar. Yaz ikindilerinde öğle uykusundan uyanır uyanmaz hemen onlara gitmek isterdim.
Benim gibi kuzenlerim de Atiye ninemizin hayranı olduğundan müdavim misafirleri olurdu. Uzak yakın tüm akraba hatta komşu çocukları bile. Her gidişimizde hemen mutfaktan büyükçe çinko çanağını alır Adile Naşit gibi iki yanına yalpalayarak yürüyüşüyle arka bahçeye gider, meyvelerinden toplayıp gelirdi. Tahta saplı bıçağıyla soymaya başlar, biz çocuklar da hangimize hangi meyvenin diliminden düşecek merakı ve heyecanıyla yuvada annelerinden yem bekleyen kırlangıçlar gibi ağzımız açık bekleşirdik. Soyduğu meyve dilimlerini sırayla hepimizin ağzına verirdi. O lezzet, mutluluk, artık unuttuğumuz, kelimelerle tarifi imkansız olan çok başka bir şeydi.
Atiye ninemiz hasta ziyareti gibi dargınları barıştırma konusuna da çok önem verirdi. Üzerine kuma getiren dedeme ve sık sık sudan sebeplerle anneciğimi ayrılma gayesiyle babasının evine gönderen babama karşı tutumu mutlaka yazılması, ibret olması gereken özelliklerinden bence. O her koşulda ailenin korunması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. O yıllara ait bütün hikayeler gibi yine anneciğimden öğrendiğime göre; Sabrı, çocukları huzursuz olmasın diye hiç dırdır etmemesi yanında, kocasıyla baş başa kalmaması için elinden geleni yaptığı kumasını ev işleriyle de yıldırarak kaçırtıp, akşam geldiğinde soran kocasına bıktı herhalde çekti gitti diyecek kadar da akıllıydı.
Çocukluğumun en büyük kabusu olan anne babamın ayrılmaları korkusu, uyandığım halde annemin yokluğunun hüznü ile hala yorganın altında endişe ile saklandığım anlarda; Atiye ninemin annemi alıp gelmesi ve “Mehmet oğlum, bu çocuklar böyle boynu bükük olmaz, sana sütümü helal etmem! “ sözleriyle son bulurdu her seferinde.
Babam ne kadar kararlı da olsa annesinin bu tehditine hiçbir zaman karşı koyamaz, hep sessizce dinler ve boyun eğerdi. Atiye ninemi daha bir çok severdim koşup anneciğime hasretle sarılırken. Belki bu hatıralarım, Atiye ninem ve anneciğimden öğrendiğim ailenin kutsallığı bilgisiyle, yirmi yedi yıl, zorlanmaya bağlı onca hastalığa rağmen sabrederek, küçücükken içim yanarak verdiğim çocuklarıma aynı üzüntüleri, korkuları yaşatmama sözüme sadık kalmaya çalıştım.
Bilmediğim ve öğrenmem gereken bir şey vardı ve öğrendim çok şükür. Neyi çok istemişsen, neye asla demişsen o imtihanındı ve hüküm hep olduğu gibi Allah’ındı. Biz sadece başımıza gelenler karşısında tutumumuzdan sorumlu; gerektiğince sabır, gayret göstermek ve her şeye rağmen halis niyetimizi, iyiliğimizi, sevgimizi koruyabilmekle, takdirle olanı rızayla kabul ederek bambaşka koşullarda da olsa aynı güzellikte yaşamaya devam edebilmekle mükelleftik...
İlla Aşk / Adevviye Şeyda
Devamı yarın...