Bir Köyü Olmalı İlla İnsanın
Her seferinde çocukluğuna hasretle, aynı heyecanla gittiği. Mor dağlarına, yemyeşil bağlarına, şırıl şırıl akan deresi ve kumru seslerine, gelincik papatya tarlalarına doyamadığı, erik, dut dallarını elli beşinde bile aynen beş yaşındaki heyecanıyla asıldığı. Mutlu hatıraların acı olanları çok şükür hep bastırdığı!
Doğup büyüdüğüm köyüm, Manisa’nın Alaşehir ilçesine bağlı Dereköy, yetmişli yılların başında kasaba olarak Kavaklıdere adını aldı. Orada yaşadığım mutlu ilk on üç ve sonraki okuyabilmek ve küçük yaşta evlendirilmeye karşı mücadele sebebiyle yorucu, üzücü iki yılımı yazmak zor ama eminim çok da faydalı olacak. Yazmanın bana şifa olacağını da ümit ediyorum. İnşallah.
Alaşehir'e bağlı ama Salihli'ye de hemen hemen aynı uzaklıkta, karlı Bozdağlardan eriyip gelen taşkın suların çağıldadığı bir dere kenarında, dağın eteğinde kuruluydu. Adını da bu dereden ötürü almış olmalıydı. Etrafı bağlar, zeytinlikler, bahçelerle süslüydü. Sokaklarında ve evlerimizin bahçelerinde hakim olan ağaçlar, serin gölgesinde akşamlara kadar oynamaya doyamadığım, bahar geldiğinde bembeyaz, mis kokulu salkım çiçekler açan akasyalar ve zihnimdeki ilk hatıralarımdan olan; Anneciğimin hemen meyve vermeye kalkma, kavakları örnek al, dimdik, dosdoğru uza, çok büyü diyerek örnek verdiği, deli rüzgarlarla nazlı nazlı sallanan upuzun kavaklardı.
Çocukken hacıların Mekke'den, hurma ağacından yakalayıp getirdiği anlatılan, babamın dedesi Ömer ve oğlu İbrahim dedelerimiz, sarışın Gacar ve Avşar yörüğü kızlarla evlenmişler. Babam ise hem annesi hem babası rumeli kökenli muhacir, Oğuz Türklerinden olan yine sarışın anneciğimle. Anneciğimin söylediğine göre, Ömer dedemin Bozdağda geceleri saz çalıp türküler söyleyerek koyunları otlatırken, sesi, türküleriyle kendine aşık edip, obasından kaçırdığı benim gibi türkü sever Ayşe nineye benziyormuşum. O da kumral, yeşil gözlüymüş.
Kurtuluş savaşı sonrası, İzmirli Hacı Ümmet ağanın çiftlik kurması, çiftlikte çalışanlarla gittikçe nüfusu artarak kurulduğu anlatılıyordu köyümüzün. Manisa, Sarıgöl, Avşar köyünden olan Atiye nineciğim ve kız kardeşi İrfan teyzemiz anne babaları ölünce ağabeyleri tarafından İzmir’deki ağanın konağına beslengi verilmiş. Atiye ninem henüz on iki yaşlarındaymış. Ona beyin on aylık olan oğlunun bakıcılığı görevi verilmiş, kız kardeşine ise pirinç tarlalarında çalışmak düşmüş.
Henüz İzmir’deler iken yunan işgali başlamış. Bebeğin annesi Zahide kadın evdeki altınları yağ küplerine saklamaya çalışırken yakalanmış yunan askerlerine, evden çıkamamış. Ninemize emanet etmiş bebeğini, “Sen bebeğimi al gidenlere yetiş dağa kaç.” demiş. işgalde tecavüze uğrama korkusuyla kaçan İzmirli kadınlar, kızlar ve çocuklar öyle çok koşmuş öyle çok yorulmuşlar ki içlerinden kendimi, namusumu kurtarmalıyım, daha fazla taşıyamayacağım diyerek bebeklerini atanlar olmuş. Müslüman Türk kadını namusu uğruna canından parça bebeklerinden bile vazgeçmiş.
Kucağında bebekle onlara yetişen Atiye ninemize de kucağında zor taşıdığı bebeği atması için telkinde bulunmuşlar ancak, o emanet diyerek asla atmamış. Onca dik İzmir dağlarını küçücük haliyle kucağında bebekle aşmış. İşgalden sonra çiftliğe gelindiğinde bebeği sağ salim hanımına teslim ettiği için çiftlik sahibi ailenin göz bebeği olmuş hakkı olarak. Onu kızları bilmişler, hep minnetle bakmışlar. Büyüyüp evlenme çağına geldiğinde de İbrahim dedemizle evlendirmişler. Dedemizi de çiftliğe kahya alarak mal mülk sahibi olmasını sağlamışlar. Daha sonra da köyün ilk muhtarı olmuş.
Çiftlik sahibi ailenin minnet duygusu daha sonra babama ve en büyüğümüz olan, Mekke’den gelen Ömer dedemizin ismini taşıyan bir numara ağabeyime aynı görevin, desteğin verilmesi ile devam etmiş. Atiye ninemizin büyük vefası bütün ailenin geçim kaynağına, hepimizin karnının doyması, okuyabilmesine vesile olmuş Allah razı olsun.
O küçücük yaşta gösterebildiği büyük vefası kadar çok da merhametli, iyiliksever bir kadındı. Köyün en uç kenarında bir hasta olduğunu öğrense illa bir tas çorba götürürdü. Ve aynen benim gibi koyu bir çiçekseverdi. İki odalı, önü açık hayat dediğimiz büyükçe sofalı yer evlerinin arka bahçesinde pek çok çeşit meyve ağacı, sebzeler, ön bahçede ise hiç kimsede hiçbir zaman görmediğim kadar çok çeşit çiçek ve süs ağaçları vardı. Leylaklar, şakayıklar, şebboylar, ve renk renk güller, sardunyalar. Yaz ikindilerinde öğle uykusundan uyanır uyanmaz hemen onlara gitmek isterdim. Benim gibi kuzenlerim de Atiye ninemizin hayranı olduğundan müdavim misafirleri olurdu. Uzak yakın tüm akraba hatta komşu çocukları bile.
Her gidişimizde hemen mutfaktan büyükçe çinko çanağını alır Adile Naşit’imiz gibi iki yanına yalpalayarak yürüyüşüyle arka bahçeye gider, meyvelerinden toplayıp gelirdi. Tahta saplı bıçağıyla soymaya başlar, biz çocuklar da hangimize hangi meyvenin diliminden düşecek merakı ve heyecanıyla yuvada annelerinden yem bekleyen kırlangıçlar gibi ağzımız açık bekleşirdik. Soyduğu meyve dilimlerini sırayla hepimizin ağzına verirdi. O lezzet, mutluluk, artık unuttuğumuz, kelimelerle tarifi imkansız olan çok başka bir şeydi.
Atiye ninemiz hasta ziyareti gibi dargınları barıştırma konusuna da çok önem verirdi. Üzerine kuma getiren dedeme ve sık sık sudan sebeplerle anneciğimi ayrılma gayesiyle babasının evine gönderen babama karşı tutumu mutlaka yazılması, ibret olması gereken özelliklerinden bence. O her koşulda ailenin korunması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. O yıllara ait bütün hikayeler gibi yine anneciğimden öğrendiğime göre; Sabrı, çocukları huzursuz olmasın diye hiç dırdır etmemesi yanında, kocasıyla baş başa kalmaması için elinden geleni yaptığı kumasını ev işleriyle de yıldırarak kaçırtıp, akşam geldiğinde soran kocasına bıktı herhalde çekti gitti diyecek kadar da akıllıydı.
Çocukluğumun en büyük kabusu olan, anne babamın ayrılmaları korkusu; Sabah vakti, uyanmış fakat annemizin yokluğunun hüznü ile hala yataklarımızın içinde endişe ile saklandığımız anlarda; Atiye ninemizin annemizi alıp gelmesi ve “Mehmet oğlum, bu çocuklar böyle boynu bükük olmaz, sana sütümü helal etmem! “ sözleriyle son bulurdu her seferinde. Babam ne kadar kararlı da olsa annesinin bu tehditine hiç bir zaman karşı koyamaz, hep sessizce dinler ve boyun eyerdi. Atiye ninemi daha bir çok severdim koşup anneciğime hasretle sarılırken.
Belki bu hatıralarım, Atiye ninem ve anneciğimden öğrendiğim ailenin kutsallığı bilgisiyle, yirmi yedi yıl, zorlanmaya bağlı onca hastalığa rağmen sabrederek, küçücükken içim yanarak verdiğim çocuklarıma aynı üzüntüleri, korkuları yaşatmama sözüme sadık kalmaya çalıştım. Bilmediğim ve öğrenmem gereken bir şey vardı ve öğrendim çok şükür. Neyi çok istemişsen, neye asla demişsen o imtihanındı ve hüküm hep olduğu gibi Allah’ındı. Biz sadece başımıza gelenler karşısında tutumumuzdan sorumlu; Gerektiğince sabır, gayret göstermek ve her şeye rağmen halis niyetimizi, iyiliğimizi, sevgimizi koruyabilmekle, takdirle olanı rızayla kabul ederek bambaşka koşullarda da olsa aynı güzellikte yaşamaya devam edebilmekle mükelleftik.
İrfan teyzemizin yazgısı daha zormuş maalesef. Pirinç tarlalarında, suların içinde çalışmaktan romatizmaya yakalanmış. Ayacıklarına bir ağrıdır girmiş, geçmek bilmemiş. O zamanlar doktor imkanı da zordu muhakkak ki çiftlik evinin bodrumunda bir odaya yatırmışlar. Kim bilir kaç zaman ne ağrılar çekmiş, tedavi için çok geç kalınmış. Bacakları kesilmek zorunda kalmış sonunda maalesef. Hatta o yıllarda Salihli’ye gelen Atatürk’ümüz hastane ziyaretinde İrfan teyzemizi görmüş, “Neyi var bu güzel küçük kızın?” diyerek yanağını okşamış. Hala sevinçle anlatırdı.
Ablam ve ağabeyimin lisede okuması nedeniyle Salihli’de yaşadığımız 1972- 73 yıllarında tanımıştım onu. Dizlerine yumuşacık dizlikler takılmış, o halde dizlerinin üzerinde yürüyordu. Kıvır kıvır olan koyu kestane saçları hep örülüydü. Yanağındaki beni ve güzel hilal kaşları, kara gözleriyle Belgin Doruğa benziyordu. Hali, tavrı ile de tam sevimli, tonton masalcı Adile teyze; Adile Naşit’imiz gibiydi o da. Çocukları yoktu, belki o yüzden bizi çok seviyordu. Kuru yemişçi olan eşi yakışıklı bir adamdı, onu çok seviyor olmalıydı. Evlerindeki lavabo, mutfak tezgahları ve tüm eşyalar İrfan teyzenin boyuna göre yapılmıştı. Mutlu görünüyorlardı merdiven çıkması zor olduğu için bodrum katı olan küçücük evlerinde.
Uzun kış akşamlarında onlara misafirliğe giderken çok heyecanlı, sevinçli olurdum hep. Sobanın etrafına toplanır eniştenin getirdiği kuru yemişleri yer, sobanın üzerinde tısıl tısıl sesler çıkararak iyice demlenen doyumsuz buruk lezzetteki çaylarımızı içerken İrfan teyzemizin nereden öğrendiğini bilemediğim harika masallarını dinlemeye doyamazdım. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine derken kendisi murada ermiş gibi mutlu, heyecanlı olur, usta bir tiyatrocu kadar anlamlı mimikleri, insanları, hayvanları konuştururken çıkardığı farklı ses efektleriyle süsleyerek neşe içinde anlatırdı tüm masalları.
O yıllarda araba olmadığı için, Ziraat bankasının verdiği traktörlerden alan ilk çiftçi olan babacığımın traktör kasasında köydeki ablasına getirdiğini hatırlıyorum sonraki yıllarda. Küçük bir çocuk gibi kucaklayıp indirişini hiç unutmadım. Hasretle koşup ellerine sarılmıştım. Ne çok mutlu olmuştu ablasını, bizleri gördüğüne. İrfan teyzemizi de yazma, unutulmamasına vesile olma görevi nasip olduğu için çok mutluyum.
Onlar acıklı hayat hikayelerine rağmen hiç isyana düşmemiş, rızayla, şükürle, mutlu yaşayan çok güzel insanlardı. Nurlar içinde uyusunlar inşallah. Amin. Babalarından hakları olan malları vermemek için başından atan ağabeylerine de hiç kızgın değillerdi. Yıllar sonra sigara bağımlılığı sözde sebebiyle aynen kardeşi gibi, oğlunun da iki bacağının kesilmesi, üstelik onca zenginken eşit kesilmediği için protez de yapılamamasıyla, son yıllarını yatağının içinden çıkamadan yaşayıp ölmesi manidar olan ağabeylerine kırgın değillerdi. Oğlunun başına geleni de onlar istememişti muhakkak ancak ilahi adaletin hükmü kılıçtan keskindi.
İbrahim dedem köyün ilk muhtarı olması yanında çok da varlıklı imiş. Maalesef içkiye düşkünlüğünden, o yıllarda zor gidilebilen Alaşehir'den bir şişe rakı getirene bir tarla bağışlayan; Eski bir kaç fotoğrafından görebildiğim kadarıyla; Ata'mızın resimlerinde gördüğüm altı dar, üstü bol pantolanlar, dizlerine kadar kırmızı körüklü çizmeler, cepken yelekler giyen; Elinde kırbacıyla at üstünde harika duran bir babayiğit, çapkın bir deli cömertmiş.
Benim hatırladığım dönemlerinde, mal varlığını büyük ölçüde kaybetmiş olması, üstelik içkiliyken düşüp bacağı da kırılmış olduğundan koltuk değnekleriyle yürür, evimizin önündeki pembe on bir ay gülleriyle süslü, taş duvarla çevrili köşesinde otururdu. Kendi kendine konuşarak gelip geçeni izler, çok az da olsalar gelip halini hatırını soran eski dostlarıyla muhabbet ederdi. Onu hiç sinirli, öfkeli görmedim. Kabuğuna çekilmiş kendiyle baş başaydı hep. Hatalarının farkındalığıyla başına gelenlere, takdire razı, bilge bir hali vardı.
Atiye ninemiz aniden felç olduğunda torunlar olarak nöbetleşe bakmıştık onlara. Ninemin başucunda beklerken koltuk değnekleriyle gelip pencereden başını uzatarak “Atiyeee! Herkes seni soruyor, ölme sakın emi!“ deyişini hiç unutmadım. Odasına yemeğini götürdüğümde, hemen “Önce ninene ver kızım.“ derdi. Nineme götürdüğümde ise “Önce dedene verseydin kızım.“ telkini ile karşılaşır, duygularım coşkun çaylar gibi taşardı. Onlarda görebildiğim, savaş, kıtlık, yoksulluk zamanlarındaki badire dolu hayatlarına, birlikte atlattıkları onca tehlikeye rağmen koruyabildikleri sevginin, vefanın yıllarla, acıyla demlenmiş lezzeti doyumsuzdu. Hatalarının pişmanlığı ile kavrulduğu son dönemlerinde alkole sığınması da yüreğinin acısını bastırabilme gayretiydi belli ki.
Yatılı okula gittiğim yıllar son yıllarıymış meğer. Okula gidiş ve tatile gelişlerimde ilk işim gidip onların elini öpmek olurdu. Tatile gelmişsem sevinirler, gideceksem bir daha görür müyüz bilinmez diyerek boyunlarını bükerler, gözleri dolardı. Son vedamızda dedem, “Ne zaman bitecek daha bu okul, ne zaman döneceksin? “ demişti. Az kaldı dedeciğim, son yılım olmuştu cevabım. Meğer o biliyormuş son veda olduğunu. Bayram için tatile gideceğim arefe günü yatağımda uyanmış ama garip bir hisle kıpırdayamadan uzun zaman dalgın dalgın yatakta kalmış, kalkamamıştım. O anlarda ruhunu teslim etmiş meğer. Gönül bağım olan bazı büyüklerimin vefatının malum olduğunu ilk fark edişim olmuştu. Atiye’sinin ölmesine dayanamayacağını düşündüğünden ondan önce ölmeyi dilemiş olmalıydı.
Dedemden sonra uzun yıllar felçli haliyle yaşadı Atiye ninem. Bahçesindeki çiçeklerine bakamıyor olmasına çok üzülürdü. Oturduğu yerden sardunyaların kurumuş yapraklarını görür, onları temizlemem için bana tarif ederdi. Dipleri nemli ise fazla su verme sakın diye de tembihlerdi. Onun tutmayan elleri olabilmek, arzularını yerine getirmek büyük mutluluktu. Biraz ayağa kalksa da sağ tarafında sekel kalmıştı. Felçli haliyle hiç oturmak istemez tek eliyle çalı süpürgesiyle avluyu süpürmeye çalışırdı. İlk bebeğim kızım için sarılık olmasın diye örtülen, siyah boncuklu iğne oyalı sarı yüz örtüsü bile yapıp göndermişti. Çocuklarımla birlikte ziyaret etmek de nasip olmuştu son yıllarında çok şükür.
Doksan yaşın üzerindeki yaşlıların bebeksi yüz ifadesini, masumluğunu ilk onda görmüştüm. Televizyonda duyduğu şehit haberlerine ağlıyordu gittiğimizde. Karaslan ailemizin polis şehiti Mert’imizin cenazesinde ben dururken neden gençler ölüyor diyerek bebek gibi içini çeke çeke ağlayışı unutulur gibi değildi. Nurlar içinde uyusunlar inşallah. Amin.
Anneciğimin anne babası olan Zehra ninem ve Akif dedemle çok birlikte olamamış olsak da evlerine gidip geldiğim kısa sürelerde onları da çok iyi gözlemler, asil davranışları, özel kişiliklerine ayrı bir hayranlık duyardım. Rumeli Türklerinin bütün güzel özellikleri onlarda fazlasıyla mevcuttu. Çok temiz, kimseye bulaşmayan, seviyelerini koruyabilen güzel insanlardı. Köyümüzdeki en güzel iki katlı hanay evlerden ilki onlarındı. Her saat başı çalan guguklu duvar saatlerinin çıkardığı tik tak sese, ceviz mobilyalı eşyalarını, kahveci güzeli desenli duvar halılarını seyre doyamazdım. Çocuklarıma da aktardığım muhacir böreği ile süt, yumurta ve un karışımının odun ateşi ocakta, sac üzerinde pişirilmesiyle yapılan akıtmayı ilk Zehra ninemin ellerinden yemiş, o lezzeti ömrümce unutamamıştım.
Atiye ninemin tam tersine Zehra ninemi bunun dışında hiç iş yaparkan görmemiştim. Küçük kızı Ayşe teyzemin eşini iç güveysi aldıklarından hep teyzem yapardı işleri. Zehra ninem pencere önündeki sedirdeki yerinde elinde tespihi ile oturur olurdu. Babam dedemle bitmek bilmez parti ve arsa sorunları nedeniyle anneciğimi çok sık göndermediği için gözleri yaşlı bizim evimize doğru bakardı hep. Bayramlarda babamın gitmememiz telkinine rağmen arka sokaklardan dolaşıp giderdim mutlaka. Gelemeyen torunlarına vermek üzere hazırladığı paraları dizinin dibine sıralamış, yine elinde tespihi, evlat hasreti ile ağlar bulurdum onu. Yine kaçtın geldin mi sarı kızım derdi. Elini öper boynuna sarılırdım. Beyaz yaşmacığı ne güzel kokardı.
En çok isimlerini sevdiğim kocaman ailemde, her an abdestli olabilmek için olmalı ayacıklarında mesi, elinden düşmeyen tespihi, asil, vakur duruşu, merhamet dolu yüreği ile tam bir hazreti Fatıma kızı, bir güzel evladı Zehra idi o!..
Mutlaka yazmak istediğim bir güzel özelliği de alkol kullanılmasına karşı tavizsizliği idi. Kendisi ve Akif dedem namazında niyazında, insanlarla çok fazla yüz göz olmayan ağır başlı insanlardı. Kendileri gibi olan iç güveysi damatları Sadık eniştemizi babam arkadaşları ile içkili muhabbet toplantılarına götürerek iyice sarhoş etmiş. Gece yarısı yatırmak üzere evlerine götürdüğünde kapıyı Zehra ninem açmış, kör kütük sarhoş olduklarını görünce bir saniye bile tereddüt etmeden, “ Bu eşikten içeri sarhoş girmedi bu güne kadar çok şükür, bundan sonra da giremez, git nerede içtiysen orada yat! “ diyerek kapıyı sertçe yüzlerine kapamış. Kendisi namazında niyazında olduğu halde sürekli sarhoş kokusu çeken pek çok kadına özellikle anlatırım bu muhteşem tavrını. Hiç birimiz onun gibi olamadık maalesef derim.
İslami kuralları her konuda eksiksiz uygulardı Zehra ninemiz. Sofrada azıcık yer, doymadan kalkardı. Üzümlere hormon kullanılmaya başlandığından itibaren hiç üzüm yemedi. İbadetiyle, eviyle meşgul, sakin, huzurlu bir yaşam sürdü ve öyle de, o da doksan yaşın üzerinde iken hiç hafızasını kaybetmeden, tertemiz ruhunu teslim etti. Kızları ona aynen bir bebek gibi baktılar. Ağzını silmek, terlediğinde sırtına koymak için tülbentten mendiller, havlular yapıp oyaladıklarını hatırlıyorum. Ne götürüp yoğun bakıma bırakıp kaçtılar, ne de sen bak ben bakmam kavgası ettiler Allah razı olsun. Hepimize örnek olsun inşallah.
Çok küçükken kaybettiğimiz Akif dedem kucağına alıp sevmezdi bizi ama bir gidişimde odasına girecekken kapıda durup öyle güzel bir tebessümle uzun uzun yüzüme bakmıştı ki bana ömrümce yetmişti beni çok sevdiğini en güzel yolla anlattığı o sevgi dolu bakışı. Masmavi gözlerindeki mana denizler kadar derindi. Sadece mal varlığı ile değil, tüm torunlarını, hatta akrabadan yetimleri topluca sünnet ettirecek kadar da gönül zenginiydi. Nurlar içinde uyusunlar inşallah.
Onların kızı olduğu çok belli olan, sabır, şefkat timsali, imanı temizliğinden görünen, güzeller güzeli muhacir anneciğim, temizlik için evin ayağa kalkmış olmasından hiç hoşlanmayan babam Alaşehir'e gittiğinde fırsat bulmuşken; Çiçekli kanepe örtüleri, kilimler, el örgüsü dantel perdeler, patiska çarşaflar, kirli giysilerimiz dahil kaldırıp avluya çıkarır; İçine mor çivit toz boya karıştırdığı mis kokulu kireçle kapısı hanımelilerden taçlı, altından dere akan, küçük kerpiç evimizi misler gibi badana yapıverir; Avluya sabahtan odun ateşiyle kurulan kazanda kaynayan su ile çıkardığı her şeyi elleriyle yıkar, kurutur, akşam babam Alaşehir'den dönmeden de yeniden her şeyi evimize sererdi. Nasıl olduğunu hala aklım almaz, onca iş arasında nasıl yaparsa mutlaka akşam yemeğinde de çoğunlukla yaprak sarması, muhacir böreği, üzüm hoşafı ya da Bozdağ'ın eşsiz kuru fasulyesi, şehriyeli pilav ve irmik helvası, bazen de buğdaydan kendi çıkardığı nişasta ile yapılmış pelteden oluşan tam tekmil, doyumsuz lezzetli yemekler olurdu. Kiraz mevsimi, yine Boz dağ'dan gelen iri iri kıpkırmızı kirazları o zaman da en sevdiğim meyve olduğundan yemeye doyamaz, yedi kardeş olduğumuzdan çabucak biter bana kalmaz korkusuyla çaktırmadan bir kaçını kulaklarıma küpe gibi asar, hep belime kadar upuzun olan saçlarımla örterek sonra yemek üzere saklardım.
Yemekten sonra akraba ya da komşularımız olan misafirler ağırlanıp çaylar içilirken, radyodan yurttan sesler topluluğundan türküler dinlenir, sırayla hepimize türküler tutulurdu. Kimin türküsünün daha güzel ve türküyü söyleyen sanatçının kim olduğu tartışmaları yaşanırdı. O zamanlar gidilemediği gibi televizyon da olmadığından çok merak edilen uzak diyarları, babam başta olmak üzere askerlik vesilesiyle görmüş olanlar ballandıra ballandıra anlatırdı.
Yatma vakti geldiğinde yorgunluğu yüzünden akan anneciğim acısı, ağrısı dinsin diye ak elcezlerine cennet kokulu yeşil kınalar yakardı.Yatağa bulaşmaması için sardığı bezden eldivenlerini ben bağlardım. Yatmadan önce boynuna sarılıp öperken kokusunu içime çekerdim. Anneciğim de aynen su ile karıp elcezlerine yaktığı yeşil kına gibi cennet kokardı.
Ne mutlu olurdum okullar kapanıp, üzümler olgunlaşmaya başladığında, işlerin çok yoğun olduğu yaz aylarında köyden gidip gelmek zorunda kalmamak ve üzümlerimizi de beklemek üzere; O sanatını yaptığı at arabası üzerinde konuşturmuş meçhul ressamın şaheseri, seyre doyamadığım harika resimlerle süslü, aşklarım doru ve kır atlarımızın çektiği at arabamıza yüklediğimiz azıcık eşyamızla; İki göz nohut oda ve önü açık bir bakla sofadan ibaret küçücük bağ evimize taşındığımızda.
O hiç unutamadığım, cennet yıllarım olduğunu şimdi anladığım çocukluğumda, bağımıza şırıl şırıl akan berrak bir dere boyunca at arabamızla uzun bir yolculukla gidilirdi. Ne çok zaman oldu öyle berrak bir derede hayran hayran taşların yosunsu rengini seyrederek yürümeyeli. Hayatta ne çok güzelliği unuttuk, hayatın asıl güzelliklerini ıskalıyoruz artık maalesef.Derenin iki kenarında yol boyunca, uzun dalları serin sulara sarkan, yolumuzu gölgeleyen söğüt ağaçları vardı. Arabamızın üzerinde hayallere daldığım yolculuk boyunca söğüt dalları yüzüme çarpıp döverek bazen korkutur, bazen de usulca saçlarıma, yanağıma dokunup çok başka hayallere sevkederek muzip muzip güldürürdü. Atlarımızın arada bir burunlarından korkutan, şiddetli soluma sesleri çıkararak nazlı nazlı ilerlediği, ayaklarımı sarkıtıp dereyi seyrettiğim, kumru sesleriyle hepten doyumsuz bir güzelliğe bürünen yolculuğumuz hiç bitmesin isterdim.
Evimize yerleşir yerleşmez de bakmakla yükümlü olduğum Melek kardeşimi alıp dereye kaçardım. O yıllarda radyodan dinleyerek çok sevdiğim Şenay'ın sev kardeşim elini ver bana şarkısını, paçalarımızı sıvamış derede mutlu mutlu yürürken, elini tuttuğum Melek kardeşime söylerdim. Melek kardeşim büyülenmiş gibi şarkıyı dinler, kocaman badem gözlerini yüzüme dikip masum masum "Ablacığım bu şarkıyı benim için sen mi uydurdun?" derdi.
Bağevimizde gündüzler yoğun işler nedeniyle oldukça yorucu geçerdi. Her sabah babam her birimize iş bölümü yapardı. Altı numaralı küçük çocuk olarak bana olgunlaşmaya başlayan üzümlerimizi yemesinler diye kuşları kovalama işini verirdi. Türkçe kitabımızdaki hikayesinden bildiğim, dayısının çiftliğinde kargaları kovalama görevi verilen Atatürk’ümüzle aynı işi yapıyor olmaktan için için gurur duyardım. Çok küçük yaştan itibaren tam bir radyo çocuğu olduğumdan küçük radyomuzu kucağıma alır akşama kadar müptelası olduğum radyo tiyatrosunda büyük aşk hikayelerini, arkası yarınları ve müzik programlarını dinleyerek bağımızın etrafında dolaşırdım. Aç mı kalsınlar düşüncesiyle kuşları da hiç kovalamazdım.
Hikayeleri dinlerken hayalimde canlandırır, kendime roller seçer öyle hayallere dalardım ki öğlen ve akşam yemek hazır olduğunda annemler sofraya gelmem için seslendiklerinde hiç duymazmışım, yanıma gelip dokunmaları gerekirdi. İçlerinden birilerinin“Bu çocuk çok tuhaf, farklı bir alemde yaşıyor sanki, arap Ömer dedesine çekmiş galiba, onun gibi çok dalgın.“ dedikleri kulağıma çalardı.
Anlatılanlardan bildiğime göre eşi Ayşe nine bağda yemesi için yiyeceklerini heybeye koyar, atına bindirip uğurlarmış. Ömer dede öyle dalgınmış ki bağa gitmek yerine atı kendi bildiği yoldan farklı yerlere götürürmüş sık sık. Hatta bir keresinde öyle dalmış ki kendine geldiğinde Alaşehir’de bulmuş kendisini. Dalgınlığı ve pek iş yapmak istememesi yüzünden sık sık kızar eline maşayı alıp kovalarmış Ayşe nine. Ömer dede isten simsiyah olmuş ocağın içine saklanırmış. Arap olduğu için ocağın içinde belli olmaz Ayşe nine hiç bulamazmış.
Babamın dedesi ve ninesi olduklarından onları hiç görmedim ama ısrarla anlattırdığım, hayalimde canlandırdığım hikayelerinden aynı zamanda yaşamış kadar tanıdım, çok sevdim. Yazmak istememin bir sebebi de kendi yaşanmışlıklarım, duygularım kadar ailemin köklerini, büyük dede ve ninelerimizi gelecek nesillerimizin tanımasını istemem. Kim bilir bir tarihte benim gibi eski, farklı güzelliklerin, değerlerin peşinde, ninesi gibi aşık, meraklı bir torunum yazdıklarımı okur ve belki o da ilavelerle devamını yazar. İnşallah.
Hem genlerini, hem de küçücük yüreğime ektikleri sevgi tohumları ve özellikle de örnek yaşamları ile öğrettikleri değerleri taşımaktan onur duyduğum, çok sevdiğim dedelerim ve ninelerim de onları unutmamam ve unutulmalarına gönlüm el vermediğinden yazarak ölümsüzleştirme, minnet borcumu ödeyebilme gayretim nedeniyle sevinçlidirler inşallah.
Bağevimizde, işlerimizde yardımcı olmak üzere bizimle yaşayan çok sevdiğim Ali amcamız ve ailesi, ben doğmadan vefat eden Mustafa amcamızın henüz evlenmemiş, bizimle yaşayan oğlu ve kızı olan Erdem ağabeyim ve Nihal ablam da olduğundan üç sofra olurduk. Bütün gün çalışıp yorulmuş olan aile fertlerim, yine anneciğimin hangi arada fırsat bulup yaptığını bilemediğim, evimizin önündeki toprak fırında pişmiş siniler dolusu muhacir böreği, bağımızın kenarındaki bahçemizden toplanmış patlıcanlardan yapılmış lezzetli dolmalar, sarı kız ve ala kız ineklerimizden sağılmış sütten yapılmış yoğurt, ayran ve illa üzerine üzüm ya da erik hoşafı, bazen de tarlamızdan olgunlaşıp olgunlaşmadığını çakımızla pencere açıp bakarak kontrol ettiğimiz, pamuk tarlamızdaki artezyen kuyumuzun buz gibi suyunda soğutulmuş karpuz, kavun olan akşam yemeğinde hiç çalışmamış gibi dinç, iştahlı ve neşeli olurdu. Sevdiğim yemekler olduğunda, yemekten sonra ettiğim, “Şükürler olsun, Allah’ımız bereket versin, yarın yine böyle güzel yemekler versin!” diyerek ettiğim duama her seferinde gülerlerdi.
Yemekten sonra yine toprak fırında közlenmiş kendi mahsulümüz mısırlar yenir, çaylar içilirken tıpkı Ömer dedemiz gibi çok güzel bağlama çalan, türküler söyleyen, çok sevdiğim yakışıklı iki numara Ertuğrul ağabeyciğim bağlamasını eline alır hepsini bildiğim türkülerinden birini çalmaya başlardı. Dört numara maviş gözlü, yufka yürekli Mustafa ağabeyciğim de kaşıklarla eşlik eder, ben de cıvıl cıvıl çocuk sesimle türküleri söylerdim.
Komşu bağ evlerinden duyarak dinlemek üzere misafir gelenler olurdu. Uzaklardaki bağ komşularımızla o yıl üzümlerin az mı yoksa çok mu olduğu bilgisi şifresini bildiğimiz silah sesleriyle verilirdi. Üzüm az ise, tak diye ses çıkan tek el silah atılır, bu üzüm az demek olurdu. Çok ise tak tak tak diye devam eden peş peşe atılır ve bu da üzüm çok çok çok demek olurdu. Bereketli Gediz ovasında o ıssız bağ evlerinde, kapımız bile kilitli olmazdı. Evli olan bir ve iki numara ağabeylerim eşleri yengelerim ve bebekleri yeğenlerim ile çardaktan evlerinde yatarlardı hatta. Geceleri çakallar ulurdu, sırtlan gördüklerini iddia edenler olurdu ama biz hiç korkmazdık. Herkes birbirini tanır, kimse kimsenin malına göz dikmezdi. Yüce Allah’ımıza inancımızın ve kocaman ailemizin verdiği güven de o kadar büyüktü demek ki.
Babası tarafından sevilen ve pek çok küçük kız gibi babasına aşık bir küçük kızdım. Yorucu, zor hayatımda bunun avantajını çok yaşadım çok şükür. Hiç doyamadığım ve hiç unutmadığım, yemyeşil bağların arasındaki o şirin bağ evimizden, Alaşehir'den dönecek olan babamı getirecek trenin saatini bilir, daha tren bağların arasında görünmeden yola çıkardım. İncecik toprak patika yoldan tren yoluna doğru koşar babamı karşılardım mutlaka. O da benim karşılayacağımı bilir bana rengarenk şekerler, bazen de minicik renkli mika bebekler getirirdi. Bir mendilin içine kundaklanabilecek kadar küçük bebeklerdi o mavi pembe mika bebekler. Ne güzellerdi, ne çok severdim.
Hayatta sadece ekilenin biçildiğini çok erken gösterdi bana Rab'bim anne babam ve evlatlarımla yaşadıklarımdan da çok şükür. On üç yaşımdaki iki yıllık talihsiz sürecin örselenmişliği dışında babamla ilişkim hep iyi oldu ve hala öyle şükürler olsun. Babasının kızları hayata daha sıkı sarılırmış, çok daha güçlü olurmuş. Zaman zaman azıcık su koyversek, yelkenleri düşürsek de öyle de oldu gerçekten çok şükür.
Her yıl okullar açılmadan önce köyümüze dönerdik. Allah’ımız ne verdiyse hesabımız yapılır, harcamalarımızda önceliklerimiz belirlenirdi. Anneciğim yine avluya kurduğu odun ateşi ocaktaki kazanda rengi solmuş eski siyah önlüklerimizi kumaş boyası ile boyayarak yepyeni haline getirir; Ablamın küçülen elbiselerini biraz onarımla benim üzerime göre yapardı. Ağabeylerim de büyükten küçüğe doğru bir birlerinin küçülen pantolon ve gömleklerini giyerdi. Bayramdan bayrama, o da paramız varsa yeni elbise alınırdı ama onlar da çok değerli olur, kıymeti bilinirdi.
Tren vagonu kiralayarak Afyon Karahisar’a satmaya gittiği karpuzlarımız çok para edince hepimize rengarenk montlar alıp gelmişti bir bayram öncesinde babacığım. Nasıl da bilmişti hepimizin bedenini. Önce sana yok deyip korkutmuş, yaygarayı basınca arkasına sakladığı en güzel, masmavi renkte benim için olanı sevinçle çıkarıp uzatmıştı. Belki bu yüzden ona en sevdiği meşhur deri tulum peynirini ve giysiler alıp sevindirmek en büyük mutluluk şimdi. Rab’bimiz sağlıklı, uzun ömürler versin, çınar ağacı gibi gölgesi üzerimizden eksik olmasın inşallah. Amin.
İlkokul öğretmenim İsmail Soykan babamdan sonraki ikinci aşkım olmuştu. Ne güzel konuşur, ne hassas davranırdı bize. O beni daha çok sevsin diye daha çok çalışırdım derslerime, sürekli kitap okurdum. Müzik derslerinde en çok türkü söyletilen olurdum hep. Güzel ilkokul arkadaşlarımdan bazıları söylediğim türkülerimle hatırladıklarını söylemişlerdi yıllar sonra karşılaşmamızda. O kıt kanaat koşullarda her yıl sonunda mutlaka çok güzel tiyatro oyunları sergilerdik, koro ve solo olarak konserler verirdik sinemamızda velilerimize. Bahar geldiğinde dere boyuna pikniğe götürürdü bizi öğretmenlerimiz sıra sıra türküler söyleterek. Çınar ağaçlarıyla süslü dere boyundaki tahta köprüye bayılırdım. Annelerimizin soğan kabuğuyla boyadığı haşlanmış yumurtalarımız, kuru üzüm, salçalı ekmek gibi Allah’ımız ne verdiyse yanımıza aldığımız piknik nevalelerimizi nasıl da iştahla yerdik hep birlikte.
Ne sınav stresimiz vardı ne de gelecek kaygımız. Bulunduğumuz koşullarda elimizden gelenin en iyisini yapmaya teşvikle gayet mutlu ve de başarılıydık.
Bayram sabahları, günler önceden bol cevizli baklavaları yapılmış, sarmalar sarılmış, temizliği bitmiş evimizde son düzenlemeleri yapar, en güzel örtüleri serer, yepyeni elbiselerimizi giyerek heyecanla babamızın ve ağabeylerimin namazdan dönüşünü beklerdik. Herkesin geldiğinden emin olduktan sonra, en son, assolist edasıyla çıkardım hep yanlarına. Onlar da beklentimi bilir her seferinde “Ooo en güzel Şöhret olmuş yine!“ derlerdi. Babamın baba Şöhret lakabıyla sevdiği gözdesi, anneciğimin sarı kızı, ağabeylerimin, saçlarımı tarayıp ören, kurdelelerimi kolalayıp ütüleyen ablacığımın sevimli, bıcır bıcır kardeşleri, bir taneleriydim. Melek kardeşimin ise çok sevdiği, hiç elini bırakmak istemediği, hep birlikte uyumak istediği; Atiye ninemizin sofrasında görüp canı çekti diye, gecenin bir vaktinde elinde fenerle bahçeden patlıcan toplayıp kızartarak sevindirdiği; Hatta gece gece bol sarımsaklı kızartmayı çok fazla yediği için sabaha karşı üzerine kustuğunda hiç kızmayan, gülerek sarılan küçük ablası. Ne güzel bir aileydik!..
Bayramlarda panayır yerimiz olan yukarı mahalledeki kocaman çınar ağaçlarından birine kurulan salıncaklara sallanmaya gitmek büyük heyecandı. Sahi köyümüzün karakol civarında en az beş yüz yıllık gibi görünen içi kocaman mağara gibi olmuş bir çınar ağacı vardı. Hangi sebeple hangi acımasız kıydı da şimdi yok o çınar ağacı! Değerlerimiz gibi asırlık ağaçlarımızı da koruyamadık ne yazık ki.
Bayramlar kadar düğünler de çok güzel olurdu. Geceleri yeşil sarıklı, ak sakallı dedelerin abdest aldığı görülen deremizin kenarındaki pınarın başında, çınar ağaçlarının altındaki dibek taşında keşkekler dövülür, kazanlarla kuzu etli nohut, şehriye çorbası, irmik helvası gibi harika düğün yemekleri pişirilirdi. Kız evinde akşam kına gecesi olur, gelin ağlatma havalarıyla hem ağlanır hem oynanırdı. Ertesi gün ellerinde uzun enli şişlerle, davul zurna eşliğinde harmandalı oynayarak gelin almaya gelen seymenlerin en önündekinin elinde kargıya bağlanmış ay yıldızlı al bayrağımız, ucunda da nazar değmesin gayesiyle bir tutam üzerlik otu olurdu.
Tutturmak için ya da bereket için belki en uca kocaman, Türklüğün sembolü kızıl elmaya nispeten olduğunu düşündüğüm kıpkırmızı bir elma da saplanırdı. Sarhoş naraları, kültürümüzle hiç ilgisi olmayan yoz müziklerle değil, buram buram Anadolu kokan türkülerle, oyunlarla, dualarla, ibadet gibiydi yüz yıllardır korunup gelmiş geleneklerimizden olan her ayrıntısıyla düğünlerimiz.
Tekbirlerle babanın gelin olan kızının beline bekaretin, saflığın sembolü olarak üç kez dolayıp dolayıp çözerek bağladığı kırmızı kurdeleden gayret kuşağı töreni esnasında ağlamamak mümkün değildi. Bembeyaz gelinliğin, duvağın üzerinden örtülen kırmızı yüz örtüsü ile atın üzerinde nazlı nazlı ne güzel dururdu hem ağlarım hem giderim diyen güzel gelinler. Küçücük de olsak hayran hayran seyrettiğimiz gelin biz kızların hayallerini süsler, hepimiz illa gelin olmak isterdik.
Koca evine varan gelin dualarla karşılanır, Allah’ın emaneti olarak kabul edilir, merdivenleri inip karşılayan, heyecandan eli ayağı titreyerek kırmızı yüz örtüsünü açan damadın helali eşini alnından öpüşü esnasında adeta nefesler tutulurdu. Başlarında bereket için ekmekler bölünür, merdivenleri çıkarlarken üzerlerine bereket getirsin, yeni ailesi ile tatlı geçinsin niyetiyle buğdaylar, şekerler saçılırdı. Biz çocuklar o rengarenk şekerleri kapışmak için yarışırdık. Ne güzel günlerdi.
Hiç kimse gurbette, küs değildi, kimse kimseye haset etmezdi. Düğünümüz varsa birlikte sevinir, cenazemiz varsa birlikte ağlardık. Askere gidecek gençlerimizi günler önceden her gün başka yakınında yemeğe davetlerle ağırlar, davul zurnalarla, vatanına kurban olsun niyetiyle kınalayıp uğurlardık. Gözü yaşlı sevdicekleri, nişanlıları, ya da taze gelin eşleri asker mektubu yolu gözler, hasretle teskere günü beklerlerdi. Ya şimdi? Neden bozuldu sonra her şey, bize, o güzelim köylerimize, tertemiz insanlarımıza neler oldu???
Ayrı kaldığım otuz beş yılın sonunda kavuştuğum, çok özlediğim, Alaşehir, Salihli arasındaki, başı dumanlı, kıvrım kıvrım mor Boz dağları, baharda yemyeşil, bağ bozumu sonrası doyumsuz hazan rengine bürünmüş eşsiz güzellikteki bağları trenin ay yıldızlı camından seyrederek yaptığım yolculuklarımda cennetim olduğunu şimdi anladığım mutlu çocukluk günlerimin geçtiği küçücük sırça sarayımız bağ evimizi ve unutamadığım hatıralarımı hüzünle yad etmemek mümkün olamıyor her seferinde.
O güzelim bağ evimizi, yakınındaki söğüt dallarının gölgeleyerek berrak sularına karıştığı şırıl şırıl akan dereyi, kapısı hanımelilerden taçlı, altından dere akan kerpiç evimizi ve kocaman ailemle mutlu çocukluk yıllarımı hiç unutmadım ve hep çok özledim…
İlla Aşk/Adevviye Şeyda Karaslan
1973 yılında açılan Alaşehir Kavaklıdere Ortaokulumuz hala ortaokul olarak eğitimde imiş meğer. Kapıda karşılayan öğrencilerin yeni öğretmen zannı tebessüm sebebi oldu. Kırk beş yıl önceki ilk öğrencilerden olduğumu ifademle onca yıl önce bu okul varmıydı heyecanlı soruları ve samimi ilgileriyle duygulandırdılar. Sınıfta kısacık özet hikayemi dinlerken yüzlerinde gördüğüm duygu dolu ifadeler beni çok umutlandırdı. İyi ki mücadele etmiş, iyi ki üstelik mücadelemi içeren kitap yazmışım ve iyi ki gelmişim dedim. Yaz tatilinde hediye kitaplarımı okumalarını, okutulmayan kız çocuklarına ulaştırmalarını ve hatta Bir Köyü Olmalı İlla İnsanın ve Gaz Lambası yazılarımı özellikle anne, baba ve nine, dedelerine de okumalarını rica ettim.
Öğretmenlerimizden de bu yazıları Türkçe derslerinde okuma parçası olarak okutmalarını. Hayırlara vesile olsun. Daha sık buluşuruz köyümün güzel gençleri, insanlarıyla inşallah. Bu güzel günlere erişebilmeyi, duygu dolu buluşmaları nasip edene sonsuz şükür...