Evliliğimizin ilk yılında 09.09.1980 tarihinde kızımız Saadet doğdu.
Her neyse... Doğum oldu eve eşim için bir kaç kıyafet, kolonya vs alarak hastaneye dönüyorum. O zamanlar PKK yok. KUK diye duvarlarda yazılar var. Açılımı Kürdistan Ulusal Kurtuluş falan mıdır bilmiyorum. Hastanenin yakınında dolmuştan indim, yürüyorum. Büyük bir miting ve kalabalık var. Bir kaç kişi beni durdurdu. Kimliğimi aldılar. Sorguya çektiler. Sonra “vurun faşiste” diye bir ses duydum. Gerisini hatırlamıyorum. Tekme, tokat ve ellerindeki cisimlerle bana vurmaya başladılar. Gözüm açıldığında hastanede burnumda tamponlar, gömleğimde kanlar yatıyordum. Biraz kendime geldiğimde eşimin yanına geldim. Kaynanam da odada... Halimi görünce korktular. Ben minibüsten indim, karşıya geçerken hafif bir araç çarptı dedim. Aslında hastanede herkes duymuş. Çünkü ben sedyede yatarken bazıları gelip bakıyor, kimileri vah vah diye acıyor, kimileri de oh olmuş diye sırıtarak gidiyordu.
Miting ve protesto caddede devam ediyordu. Sanırım solcuların ya da o marksist grubun akşam kahvehane taranması sonucu bir cenazesi varmış. Hastane yönetimi grubun hastaneyi basabileceği gerekçesiyle hastamı alarak çıkmamı istedi. Ama çıkıp o kalabalığın içinden gidebilmemiz mümkün değildi. Eşime doğumda dikiş atılmıştı. Tedavi görmesi gerekiyordu. Benim yediğim dayağın acısı ve travması daha geçmemişti. Buna rağmen çıkışımızı gerçekleştirdiler. Hastanenin önüne çıktım. Parkasının ucundan silah namlusu gözüken birini gördüm. Sivil polis diye tahmin ettim. Sordum sivil polismiş. Durumu anlattım. Adam üzüldü. Çeşitli kişilerle telsiz konuşması yaptı. Bir taksi çağırdılar. Taksiye bindik ve polis korumasında kayınbabamın Cumhuriyet mahallesindeki evine geldik.
Sonra durum anlaşıldı. Aynı mahallede Gülnarlı bir aile varmış, o ailenin çocuğu beni faşist diye orada işaret etmiş. Zaten bir süre evvel bazı şeylerden şüphelenmeye başlamıştım. Evimiz şimdiki Hilton otelinin yakınında (tabi otel ve sahil yolu yok) Öğretmenler apartmanı denilen sekiz dairelik bir binadaydı. Yakındaki bakkalı sola mensup bir grup. “Hergün Gazetesi” satıyor musun, kim alıyor diye sıkıştırmışlar. İki tane sattığını ve birini benim aldığımı söylemiş. Yani planlı bir durum ama fırsat kolluyorlarmış.
Sözü uzatmayalım. Az kalsın kızım Saadet doğduğu gün babasız kalıyordu. Ülke çapında çatışma, öldürme, yaralama olaylarını haberlerde dinleyip duruyorduk. Mersin’de barınamayacağımız duygusuna kapıldık. Can güvenliği sebebiyle Silifke’ye nakil isteyecek başaramazsak istifa edecektik. Ayrıca bir kaç bilezik satarak iyi bir silah almamız gerekiyordu. Tulumba durağında oturan ve taksicilik yapan hemşerimiz Hasan ağabeyi telefonla arayıp sabah erkenden bizi Silifke’ye götürmesini istedik.
Hasan ağabey ile sözleşmemiz 12 Eylül sabahın erken saatleriydi. Kayınbabam erkenden kalkmış, çocuklar gitmeden kahvaltı yapsınlar diye çay suyu koymuş, radyoyu açmış oturuyor. Bu arada birden Kenan Evren’in sesinden ordunun yönetime el koyduğunu duymuş. Ordu yönetime el koymuş ve sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Böylece programımız aksadı ve Silifke’ye gidişimiz ertelendi.
O günden beri başıma gelen bu olayı anlatırken Kenan Evren’i kastederek “Yahu arkadaş madem ihtilal yapacaksın şunu üç gün evvel yapsan da ben bu dayağı yemesem olmaz mıydı?” der ve dinleyenleri de güldürürüm.
Ülkemizde sanat, edebiyat ve yazın hayatında sol çevreler etkin olduğu için kendilerini sinema, tiyatro, roman, resim vb sanat dallarıyla ifade edebiliyor ve olayları anlatırken her zaman haklı gözükebiliyorlar. Keza dini kullanan sağ çevreler de inanç üzerinden yazıp, çiziktirip, söylemler geliştirip kendilerine iyi bir zemin oluşturabiliyorlar. Ama çocuğu doğmuş hastaneye giden bu adama durduk yerden niçin kimlik kontrolü yapıldığını, niçin dövüldüğünü sorgulayan kimselere pek rastlamıyoruz.
Gerçekten dün Anadolu’nun öksüz ve yetim çocukları olan Türk Milliyetçilerinin, öksüzlüğü ve yetimliği halen devam ediyor. Tıpkı Kurtuluş Savaşının ilk yıllarında Kuvayı Milliyecilerin “Kemal’in askerleri” diye hor görüldüğü yıllar gibi…