Gazeteci / Yazar Abdülkadir İKBAL, annesini hiç görmeden dünyaya gelir. Babası ikinci bir evlilik yapar. İkinci hanım olan süt annesi de doğum yaparken ölür. Baba üçüncü evliliği yapar. Abdülkadir İKBAL hayatı boyunca iki üvey ana, beş erkek, bir kız olmak üzere, altı tane kardeşin ölümüne şahit olur. Beş erkek ,bir kız kardeşlerin bu ölümü, Beşaltı soyadı olarak kimliklere geçer. Daha sonra Abdülkadir Bey, soyisim tahsisine giderek İkbal soyadını alır. Bu ana ve kardeşlerin özleminde yaşayan Abdülkadir İkbal, hayatı boyunca bu acıyı içine sindiremez.
Uzun yıllar geceleri uyumak için yatağa girmez. Yerde, koltukta, divanda, sandalyede yan gelip yaslanarak sabahı eder. Abdülkadir İkbal’e niçin yatakta yatmadığını soran yakınlarına da “ Benim bir babam, altı kardeşim ve de üç anam kara toprakta, kara yerde, mezarda yatarlarken ben nasıl yatakta keyf çatıp uyuklarım?” der.
Bu kez Abdülkadir Amcanın hanımı rahatsızlanır. Ailece yapılan tüm imkan ve uygulamalara rağmen, hanım çaresiz yarı yatalak ağır bir hasta olarak kalır. Abdülkadir Amca ise durmadan aralıksız olarak çare arayışını sürdürür.
Ananın hastalığı, İkbal Babanın bu hali ise çocuklara korku verir. Çocuklar kendi aralarında “Babamız ana ve kardeşlerinin ölümünü daha unutmadan bir de anamızı kaybederse? Allah esirgesin bizler babamızı ne ile nasıl teselli edebiliriz?” meselesini kendi aralarında konuşurlar. Neticede, babanın bu hali için çocuklar saf niyet içinde babanın yeniden evlenmesi fikrinde ortak bir karara varırlar.
Büyük kardeş ; “ Baba anamızın durumu malum. Uygun görürsen bu günden sonra çevrene bir bak. Biz de çevremizdekilere bir bakalım. Senin münasip gördüğün, beğendiğin birini bulalım. Senin hizmetini görüp, ihtiyacını gidermen için uygun gördüğün bir hanımla seni evlendirelim. Biz kardeşler hepimiz senin evlenmenden yanayız. ” der.
Abdülkadir İkbal ; “Evlenmemi istiyorsunuz değil mi? Peki! Peki, bakalım olur, olur.” diyerek buruk bir şekilde cevap verir. Abdülkadir Amca ertesi gün sessizce hasta hanımını oğlunun evinden alıp kendi evine götürür.
Aradan bir kaç gün geçer; çocuklar babaya bir telefon yoklaması çeker. Baba telefona bakmaz. İkbal Baba, annenin çocuklarına özlem duyduğunu görür. Çocuklarına telefon açar, hiç konuşmadan telefonu hanımına verir. Hanımın konuşması bitince de hemen telefonu kapatır.
Çocuklar, babalarının bir şeylere kızdığını fark ederler. Kardeşler hep birlikte grup olarak babanın evine giderler. Baba selam kelam bir şey demeden çocuklarını içeri alır.
Büyük kardeş “Baba sanki bizden kızmış bir halin var ? Yoksa bizler mi yanlış düşünüyoruz?” der.
Baba daha fazla dayanamaz. Gözünden yaşlar, dilinden laflar gelmeye başlar. “Tabii ki, tabii ki kızacak bir şeyler var! Ananız ölüm döşeğinde, ölümcül bir halde sizler benden evlenmemi istiyorsunuz. Ananız bu halde iken ben nasıl evlenmeyi düşünebilirim? La bu benim Emektarım haa..! La bu benim cefakârım haaa..! Laa bu benim hizmetkârım haa..! La bu benim kahırdaşım haa..! Ben, ben bu hanımı nasıl ölüm döşeğinde bırakarak gidip evlenirim ...! Taman bu benim eziyetkârım haa...? Anayız Azrail ile yaka paça olup can çekişirken, sizler hangi vicdanla hangi akılla “Baba evlen.” dersiz haaa!?
Ne benim ne de ananızın hiç birinize ihtiyacımız yok . Ben tek başıma bu vefakârımın temizliğini de yaparam, elbisesini de yıkaram, yemeğini yedirir, banyosunu da yapar, tedavisini de ederem. Kimsenin de bir daha da bu evime gidip gelmesine de hiç mi hiç lüzum yok. Hiç mi hiç gerek yok. Yıllarca o bana baktı, şimdi de ben ona bakaram. Ömür boyu yasını tutacağım birine bana evlen diyorsunuz öyle mi?
Sizlerin vicdan, namus, hanıma vefa, sadakat anlayışı bu mu? Namusu olan erkek ömründe bi sefer evlenir yavrum. Ölümü hanımından önce paylaşmayan adam erkek değildir.” diyerek çocuklarına babaca bir üslupla çıkışan Abdülkadir İkbal titreyen elinden tutuğu yarı ıslak havluyla hanımın terleyen yüzünü silmeye devam eder...
Başta Dedik ya...!
BEN ÖLÜM LOO ...!
İKBAL HANIM ÖNCE BEN ...!