Maziden gelen sesler: Nurdan nura kavuşan  İNSAN

Halide Halid

Hakkında söylemek istediklerimi cismani yokluğundan uzun zaman sonra yazdığım için önce ondan özür diliyorum.

Biliyorum, şimdi hayatta olsaydı ve bu yazının ertelenmesinden ne kadar endişelendiğimi duyumsamış olsaydı, şöyle derdi: “Sorun yok yavrum, merak etme”.

Hayat çok garip!

İnsan yaşadığı sürece hayal bile edemediği şeylerle karşılaşıyor.

Canı gönülden gerçekleştirmek istediği herhangi bir işi, yazmak istediği bir eseri veya makaleyi planladığı anda, öyle olaylarla karşı karşıya geliyor ki, içindeki acıyı, yaşadığı sorunları bir kendisi, bir de Yüce Rabbi biliyor.

Bu yazımın gecikmesinin nedenleri de bana bağlı olmayan, lakin hayatımın bazı dönemlerinde meydana gelen olaylar oldu.

Tesadüf denen bir şeyin gerçek olmadığına bir daha inandım. İnandım ki, çoğu zaman insan istediği her şeyi kendi isteğine göre yapamıyor.

Ben nereden bilebilirdim ki, bir gün Samiha Ayverdi adlı bir kadın yazarla, tasavvuf ilmini eserlerinde damla damla okuruna içirmek gücüne sahip olan bir zekâyla ilgili araştırma yaparım ve onun peşinden Türkiye’ye gelip Agâh Oktay Güner gibi bir insanla tanışırım.

Ve bu insan da bana “Eğer ki, Samiha annemizle ilgili güzel bilgilere sahip olmak istiyorsanız, o zaman yolunuzu Isparta’ya salmanız lazım. Orada Nazik Erik hocamızı ziyaret edip meramınızı anlatmalısınız. O zaman Samiha hocamızı daha iyi tanıyabilirsiniz. Nazik hocamız bir nur hazinesidir. O hazinenin ışığı çıktığınız yolda size yardımcı olur” der.

Böylece, Ankara’dan Isparta’ya gittim.

Onunla tanışmama vesile olan değerli büyüğümüz Agâh Oktay Güner beye ömrümün sonuna dek minnettar olacağım.

Doğrusu, çok merak ediyordum. Kolay değildi, Agâh Hocanın söylediği gibi ben bir nurla görüşmeye gidiyordum.

Yol boyu kafamda onunla sohbete nereden başlayacağımı düşünüyor, bazen de onunla karşı karşıya oturmuşum gibi kendimle konuşuyordum.

Onunla ilgili arkadaşları, tanıdıkları, öğrencileri, manevi dostları, bilim insanları, yazarlar türlü türlü makaleler yazmış, röportajlar yapmışlardı.

Her birisi de onu farklı açılardan anlatmışlardı. Gerçeği söylemek gerekirse, benim için kolay değildi böyle bir aydınla röportaj yapmak. Sağlık problemleri olmasaydı, onunla yeterince konuşabilseydim, belki de bu kadar endişe etmezdim. Agâh hocam onun çok yaşlı olduğunu, hastalıkla mücadele ettiğini de söylemişti. O yüzden çok endişeliydim istediklerimi ondan alabileceğimden.

Tüm bu fikirler zihnimi delmeye başlamışken, o nura kavuştum ve o nurun ellerinden öpmek mutluluğuna sahip oldum.

Onunla birlikte geçirdiğim iki gün ömrümün yirmi yılına eş oldu. Tatlı, sevgi dolu kelimeler, uzaklara dikilen soru dolu bakışlar, o bakışlardaki hasret, her kelimesinin sonunda “yavrum” diye ettiği hitaplar  ve insanı hayran bırakan daha neler neler neler...

Nazik hocamda dikkatimi çeken onun bu yaşta ve bedenindeki  hastalığın ağırlığına rağmen televizyon kanallarındaki haber programlarını bir an bile boş vermemesi oldu. Haberler bittikten sonra sanki omuzlarından ağır yük kalkmış gibi gözüküyordu.

Başka dikkat çekici bir özelliği haberleri kulaklıkla izlemesiydi. Her şeyden, herkesten uzaklaşarak izliyordu haberleri.

Onu çok geç tanıdığım için yeriniyorum. Ne bileyim, belki de böyle olması gerekiyormuş. Belki de geç tanımama rağmen kalbimde yüce bir makamda yer almalıymış.

Titrek sesi, sanki yıllardır tanıyormış gibi bana gösterdiği sevgi, Cuma günü evine toplanan, ondan manevi ders alan arkadaşlarına (öğrencilerine) tasavvuf ilminden sabırla bahsetmesi, gelenlerle teker teker ilgilenmesi,  insanları onu daha çok sevmeye sevk ediyordu.

Kendisine sorulan her soruya sabırla, saygıyla, şefkatle verdiği cevaplar insanın kulaklarını ninni gibi okşuyordu. Ona gelişimin nedenini ve bu görüşe vesile olan insanı söylediğimde tebessümle “Agâh beyimize de, sizlere de teşekkür ediyorum” dedi.

Gidişimin ilk günü hocamızla sadece tanıştık. Onun tatlı sohbetlerini dinledim.

İkinci gün ise röportaj yaptım. Sıhhatiyle ilgili fazla soru soramadığım için birçok sorumdan vazgeçmek zorunda kaldım. Onunla bu görüşmemin ilk ve son olacağını nereden bilebilirdim ki?

O konuştukça karşımda gerçekten bir hazinenin olduğuna kesinlikle emin oluyordum. Maalesef, bu hazineden çok sayıda “mücevher” alabileceğim zamanları boşa geçirmiştim, yani onu çok geç tanımıştım.

Yıllardan sonra onun fotoğrafları, vidyoları ile baş başa kalmak, onun yokluğuna alışmaya çalışmak ne kadar zor!

Nurdan nura kavuşan İNSAN derim ona. Nur gibi yaşadı, nurunu insanlara armağan etti ve nur gibi bir an bile unutmadığı NURUNA kavuştu. Mekânı cennet, ruhu her zaman rahat olsun.

Böylece değerli okurum; Nazik Erik hocayla olan röportajımı yıllar sonra sana yayımlıyorum.

-Hocam hoş gördük sizleri. Sizi ziyaret etmemim nedenini önceden söylediğim için tekrara yol vermeden ilk sorumu sormak istiyorum.

-Buyurun yavrum.

- Sizin için Samiha Ayverdi kimdi ve onu nasıl hatırlıyorsunuz?

-Yavrum, Samiha Ayverdi’de bir özellik vardır. Bana Samiha Ayverdi’yi sordukları zaman ben diyorum ki, Samiha Ayverdi diye birisi yoktur. Samiha Ayverdi öz varlığını tamamen yakalamış, kendi ruhibendini yakalamış, onun aslını yakaladıktan sonra  da dış dünya ile olan ilgisinde emrolunduğu gibi yaşamaktan başka bir şeyi iş edinmemiş büyük bir sultandır. Onun için Samiha Ayverdi’yi tanımak çok zordur.

Samiha Ayverdi kimdir derlerse, biraz duraklayarak konuşmak lazım; çünkü o dışarıda görünen endamlı, güzel, modaya aşina, her şekli ile mükemmel, güzel bir hanımefendi idi. Eski Osmanlı’dan kalan bir İstanbul hanımefendisiydi. Konuşması ile, tavrı ile, edası  ve terbiyesi ile. Yani Samiha Ayverdi’yi dışarıdan böyle tanımak mümkündür.

Aslında Samiha Ayverdi yoktur. Samiha Ayverdi kendinde bir hürriyete kavuşmuş, kendi varlığında öz benliğini bulmuş, asıl özünü, insanlığını yaşayan bir varlıktır. Onu görmek her insana nasip olmuyordu. İnşallah eserlerinin her birinde bir hususiyeti, görenler onu daha yakından tanıyacakardır.

Onu gördüğümde öyle bir etkisi olurdu ki, o etki zaten insanı kendine çekerdi. Ona duyulan sevgi, ona duyulan hayranlık kaplardı insanı. Ve bu hayranlık uzun süre insanı terk etmezdi.

Onun için Samiha Ayverdi’den bahsederken her zaman düşünüyorum. Uzun bir tahsili olmamış, ilk tahsilini bitirdikten sonra  özel öğrenim görmüştü ve Franszca, Arapca öğrenmişti, Farsça’yı da biraz anlardı. Harikulade bir Türkçesi vardı, dili çok zengindi.

Onun sanat dünyasına baktığımızda kültür bakımından ilk eserlerinin daha çok tasavvufî eserler olduğunu görüyoruz.

1945’ten sonra yazdıkları daha çok tarih ve sosyal eserlerdir.

Çok güzel, çok zengin bir tarih bilgisi vardı ve kendisi çok kıymetli bir sosyologdu. İkinci aşamada yazdığı eserleri bu tip eserlerdir.

Son zamanlarda da esasen hatıralara yer veriyordu. Bu hatıralarda kendi hayatını, yaşadığı devri  ifade ediyordu.

Çok kuvvetli bir hafızası vardı. Bir yaşından itibaren sanki hiçbir şeyi unutmamış gibiydi.

Onun yaşadığı aile çevresi çok zengindi. Zenginliği servet bakımından değil, kültür bakımındandı. Zaten servet bakımından da üst seviyede olan bir aile idiler.

Osmanlı’nın son devrini çok güzel anlatıyor, oradaki değerleri, kıymetleri çok güzel belirtiyordu.

Onun için Samiha Ayverdi’yi okumak bir millete, bir imana, bir dine sahip olmanın ne demek olduğunu anlamak demektir. O yüzden de Samiha Ayverdi çok kıymetli idi.

Eserleri şimdi eskisinden daha çok yayımlanıyor. Kubbealtı’na uğrarsanız, son çıkan kitaplarını da hazır bulacaksınız.

-Hocam, Samiha Ayverdi deyince göz önüne hemen tasavvuf geliyor. Türk edebiyatında ve Türk halkları edebiyatında tasavvuf konusunda Samiha Ayverdi’nin önüne geçebilen bir yazar tanıdınız mı? Veya adını duydunuz mu?

- Samiha Ayverdi’nin el koyduğu bu vadide kimse ona yaklaşamaz ve kimse onun gibi olamaz;  kimse de o kültüre sahip olamamıştır. Onun bıraktığı eserler ile yepyeni bir dünyaya açılıyor gençliğin gözü.

Yeni bir dünya... Çok da yadırgıyorlar tabii; çünkü uzun müddet dinî-tarihî eserler yazılamamıştı. Bilhassa gençlik bu eserleri bilemiyordu, bizler bilemiyorduk. Çok şükür ki, şimdi onlarla maziye, tarihe sağlam bir kanca atılmış oldu.

Kendisi bilhassa ömrünün sonuna değin bunu belirtmeye, bunu canlandımaya, uyandırmaya çalıştı.

Tarih, edebiyat, dil, sosyal yapı. Onun üzerinde durduğu şeylerdi yavrum. Eski Türk terbiyesi, eski Osmanlı terbiyesinin en ince, en zarif örneklerinden biri olarak Türklerin zengin dilini en güzel kullanan biriydi. Onun eserlerini okumakla çok şey kazanıyoruz. İyi bir araştırıcı ondan çok şey çıkarır diye düşünüyorum.

-” Varlıklar Neden, Niçin, Nasıl Var Oldular?” Bu kitabı neden yazdınız?

Yazdım, yani istedim ki, din denince korkmasınlar, din denince yalnız insanın mutluluğu bulduğunu anlasınlar.

Dini idrak etmedikçe insan mutluluğu bulamaz. Şöyle ki,  din iki cihandaki mutluluğun yoludur. Kaybettiğimiz şeylerden birisi şu oldu: Hayat felsefemizi kaybettik, milli felsefemizi kaybettik. Bu felsefe gençlerimizin kafasında yerleşmedi. Yani onlar sadece dünyaya geldik, topraktan geldik ve  toprağa gideceğiz sözleri arasında yaşıyorlar.

Bu ise gerçek değil. Biz ezelden geldik, Tanrı diyarından geldik, yine o diyara gideceğiz.

Bu yolculuk için de bu imtihan odasında bir müddet eğleniyoruz. Orada elest bezminde verdiğimiz sözü yerine getireceğiz ve ondan sonra burada vazifemiz bitince geriye döneceğiz.

Bu bilinci almalarını, bu huzuru bulmalarını insanların hayatlarında böyle bir uzun zamanın bahtiyarlığının olması gerektiğini söylemek istedim bu kitapta.

-Bu kitabın adı insanda merak doğuruyor “Varlıklar neden, niçin, nasıl var oldular”.

Hocam sizin kendi dünyanız, sizin tasavvufla ilgili düşünceleriniz bir okuldur.

Demin geldiğimde de size söyledim, burada kongreye katıldım, bu kongrede genç öğretmenlere Samiha Ayverdi’yi ve sizi sordum. Onlar da “Onlar kim?”diye bana sordular. İçimden çok kırıldım ve kendi kendime “Allahım, bu nasıl oluyor, biz öyle bir hazineye sahibiz ki, bu gün bizim gençlerimiz o hazineyi tanımıyorlar’’.

-Evet yavrum, bizim çok zengin hazinelerimiz var.

-Diyor ki, Batı’nın herşeyi olabilir, amma Batı’nın İslam’ı yoktur, Batı’nın Kuran-ı Kerim’i yoktur.Batı’nın Samiha Ayverdi’si, Kenan Rifai’si, Nazik Erik’i yoktur. Batı’nın zenginliği olabilir ama onun İslam gibi  manevi zenginliği yoktur.

-Olamaz da yavrum. Eskiler derlerdi ki, Akıl kademeleri akl-ı meaş, akl-ı meat, akl-ı meal,

akl-ı selim ve akl-ı nuranidir.

Aklın bu geçirdiği gelişme içerisinde şahsiyet başka bir şeydedir.

Hristiyanlık akl-ı meada kadar gelmiştir, fikir, düşünce, felsefeye varmıştır.

Fakat imanda İslam’ı bulamamıştır. Bulamadığı için de onların maneviyatında bu genişliği görmek çok az kimseye nasip olmuştur. Hakikaten İslam’a gönül vermiş olan insanlar müstesna, diğerlerinin çok sıkıntı ve buhran içinde olduklarını biliyorum.

Hristiyanlara dinince dinlensin denir. Ama ben madam Mariya için Allah rahmet eylesin derim. Öyle bir bunalım içindeydi ki, kızcağız...

İçimde doymayan bir şey var diyordu. Oysa ben doyuyordum eskiden. Kiliseye gidiyordum, ibadet ediyordum, vazifelerimi yapıyordum. Her hafta günah çıkarıyordum. Ama içimde yine bir boşluk var diyordu.

Bu boşluğu hissedenler çoktur yavrum. Lakin yaklaşıp huzur bulanları çok az oluyor.

Onun için de kendilerine sağdan, soldan maceralar arıyorlar, nefislerini doyurmak için meseleler yaratıyorlar.

Ve bu meseleler dünyanın lehine, dünyadaki insanın lehine olmuyor. Ama durum böyle.

Ülkemizdeki çocukluğumu  düşünüyorum. Çocukluğumda etrafımdaki yaşlıların yüzlerini hallerini, onlardaki tevazuyu, onlardaki huzuru görmek, maalesef bizim çok azımıza nasip oldu.

İşte Samiha Ayverdi bu huzur kapılarını açtı. Çok şükür, ben de onun  sayesinde huzuru buldum ve istedim ki, bu huzuru etrafımdakilere biraz tanıtabileyim. Bunlar, bu kitaplar onun sonucudur.

­            -Hocam uzun  yıllar oldu  edebî ortamdan kenarda kaldınız. Bunların nedeninin sağlık sorunlarınız ve yaşınızla ilgili olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu süre  içerisinde sizleri kimler aradı, kimler ziyarete geldi, genç yazarlardan kimler sizden bir şeyler öğrenmek için kapınızı çaldı? Kimler Nazik Erik hazinesine baş vurmak için günleri saydı?

-Dışardan Amerika’dan Rabia adlı  hanımdan bir selam geldi. Gelip görüşmek istiyorum dedi. Nasip olmadı. Memleketimizde ise yalnız bir edebiyat müntesibi değil, kendisine bir huzur kapısı arayanlar gelir. Onun dışında  sanat insanları ile temasımız yavaş yavaş oluyor, yeni yeni.

Zannederim ben gittikten sonra daha hızlı davranırlar. Zaten bizde adettir gittikten sonra daha iyi tanınır insan.

(Şimdi bu kelimeleri yazdıkça parmaklarım klavyede titremeye başladı. Onun ruhundan utandım).

-Allah ömür versin.

-Gittikten sonra da inşallah işe yarayan şeyler bırakmış oluruz.

-Hocam, Samiha Ayverdi nurundan  beslenerek kaç eser yazdınız?

-Yazıya başlamam onu tanıdıktan çok sonradır. İlk kitabım 1976’da çıktı. 1976’dan sonra yazmaya başladım. O zamana kadar asıl faal olan dönemimde bilmiyordum.O zamana kadar ancak kendi edebiyatımızı tanıyorduk tabii, bir de Yahya Kemal’imizi tanıyorduk.

Ama bugünkü tanınma seviyemiz keşke on yıl önce olsaydı.

-Hocam şükürler olsun ki sizler varsınız, sizlerin nuruyla bizler ileri gidiyoruz, sizlerin nuruyla bu milletin gençliğine, yarınına birşeyler verebilirsek ne mutlu bize!

Sizler çok mutlu oldunuz, çünkü öyle bir dünyayı kazandınız, öyle bir aleme sahip oldunuz ki, herkes o dünyaya sahip olmak ister.

-Teşekkür ediyorum, yavrum. Zahmet edip buralara kadar geldiniz. Sizi tanımaktan çok memnun oldum. Umarım söylediklerim işinize yarar.

-Ben teşekkür ediyorum hocam. İyi ki sizleri tanıdım; geç de  olsa iyi ki sizin gibi bir aydınla yüz yüze oturmak, sizi dinlemek bana nasip oldu. Rabbim sizi seven herkese nurunuzdan ışık almayı nasip etsin. (Ekim-2011, Isparta, “Maziden gelen sesler” serisinden).