Akşam saatlerine doğru; insanlık tarihinin sıfır noktasında; Göbekli Tepe’den seyretmeliyiz Urfa’nın etrafındaki dumanlı dağları. Dönüşte Germiç’e ve Kısas’a uğramalıyız. Alevi Bektaşi geleneğinin bütün canlılığı ile yaşandığı ve yaşatıldığı Kısas’ta bir çay molası vermeliyiz. Aşık Sefai’nin evinde. Belki bir hoyrat, belki bir türkü ve belki de Kısas Semahı’nı dinleyebilmeliyiz.
Yarının programını akşam yemekte yapar; kendinizi yorgun hissetmezseniz, bir dostumuza konuk olmalıyız.. Sazın, sözün ve sesin ustalarıyla tanışıp konuşmalı, sohbet etmeli, halleşip dertleşmeli ve meşkleriyle kendimizden geçmeliyiz. Geceden aklımızda bir daha unutmayacağımız öyle şeyler kalmalı ki arasak da başka yerlerde bulamamalıyız.
Evimizin bulunduğu tetirbeden çıkar çıkmaz hafif geriye dönmeli, ayak parmaklarımızın üstünde yükselip Nuri Baba’nın çardağının penceresine bakmalıyız. Mardinli komşumuzun ismini bir türlü öğrenemediğimiz güzel kızı pencereye çıkmalı, sesini duymasak da yüzünü görmeliyiz, bakışmalıyız bir kaç saniye sadece. Tek kelime etmeden anlatmalıyız gönlümüzden geçenleri. Tek kelime duymadan anlamalı söylediklerimizi. O gülümsemeli, yanaklarında güller açmalı; biz gülümsemeliyiz. Sevdiğimizi, sevildiğimizi bilmeliyiz.
Yüzüme öyle tuhaf tuhaf bakmamalısınız, soran gözlerle. “Bu ne demek oluyor şimdi” diye sormamalısınız. Yaptığımıza mutlaka bir isim vermek gerekirse; “Urfalıca Aşk” ya da “Aşkın Urfalıcası” demeliyiz.
Sorsanız da sormasanız da anlatacağız zaten. Biraz sıkılarak da olsa, her devirde türkü pınarının en zengin kaynağı olan Aşk’ı ve Aşkın Urfalıcasını bilmeden Urfa türkülerini anlamanın imkansız olduğunu söyleyerek başlamalıyız söze.
Yol boyu daracık sokaklarda; Urfalıca Aşk’ı konuşmalıyız.
Eskiden böyle değildi bu şehir.
“Kaç-göç” denilen bir realite vardı şehir halkının gündelik hayatını ve geleceğini belirleyen.
Evlerde harem-selamlık bölümleri vardı. Mahremiyet diye bir kavram vardı.
Aralarında nikah aktedilmesi mümkün erkekler ve kadınlar bir arada bulunamaz, uzun uzadıya konuşamaz, gözgöze bakışamaz, el sıkışamazlardı.
“Kaç-göç”ün kuralları yazılı değildi ama, dini doğmalardan daha kutsal kabul edilirdi. Evli, dul, bakire, sözlü veya nışanlı hanımlar; günümüzdeki gibi canı istediğinde veya ihtiyaç hasıl olduğunda, elini kolunu sallaya sallaya çarşıya-pazara, hatta babaevine, kardeşine, bacısına ve konu-komşuya gitmek şöyle dursun; sokak kapısının önünü süpürmek için dahi sokağa adımlarını atamazlardı.
Pencereden bakmak, kapı aralığından sokağı gözetlemek ahlaksızlık sayılırdı. Sokakta karşılaştıklarında kadınlar yana çekilir, yüzünü duvara döner ve erkeklerin gelip geçmesini beklerlerdi.
Gençler birbirlerini ya müşterek tanıdıklarından birinin evinde, bağında, bahçesinde görür; ya komşu düğünlerinde gözgöze gelmek fırsatını yakalar ya da ebeveynlerinin tarifine kanarak beğenir, sever ve hayatlarını birleştirmeye karar verirlerdi. Taraflar birbirlerinin en çok ve ancak gözlerini görebilirlerdi. Tıpkı Sezai Karakoç’un Mona Roza’sında “Bir bakışın ölmem için yetecek” diye tarif ettiği bir bakışma yeter aşk ve aşık için. Aşkların hemen hepsi platonikti ve aşıkların kavuşması güneşin batıdan doğması gibi bir şeydi.
Urfa türkülerine, hoyratlarına, uzun hava ve gazellerine yansıyan “aşk” böyle bir duygudur. Odağında veya hiçbir yerinde cinsellik söz konusu olmayan, gönülden gönüle akan bir sıcak duygunun, bu duyguyla yaşanan hallerin adıdır
Bütün bu olgu ve oluşlar; Urfa türkülerine, hoyratlarına ve gazellerine birebir yansır. Ne türkülerde ne hoyrat, uzun hava ve gazellerde cinselliği çağrıştıracak öğelere ve kelimelere yer verilmez. En uç istekler dahi adabınca kelimelere dökülür. Urfalıca Sevda nedir, Aşkın Urfalıcası nasıldır; en güzel türkülerde görebiliriz. Aşkın başka ağız ve lehçelerdeki anlamından farklılığını görebilmek için Saba makamında şu İstanbul türküsünü dikkatlice tahlil etmeliyiz.
Daracık sokakları duman bürüdü
Külhanbeyleri de yollarıma yürüdü
Benim yarim küçücüktü büyüdü
Sürüden ayrılan sürmeli koyun
Yataklar serdirdim gel yarim uyu(soyun)
Daracık sokaklar.. perde perde çöken sis.. dumanlı havadan yararlanarak kızların yolunu kesen,umuzlayıp götüren külhanbeyler. Bu durum karşısında sevgilinin gösterdiği tavır daha da ilginç.
“Sürüden ayrılan sürmeli koyun”u kurtların kapacağını ima yoluyla da olsa hatırlatmakla kalmıyor; “Yataklar serdirdim gel yarim soyun” diyerek aşktan ne anladığını da hayasızca dile getiriyor.
Urfa sokaklaranda aşkan Urfalacasını dinlemek ve öğrenmek için Saba makamında bir Urfa türküsüne kulak vermeli ve İstanbul usulü aşkla kayaslamalıyız.
Yine daracık sokakları mekan tutan ve yine Saba makamındaki şu Urfa türküsüne yoğunlaşalım. Bu güzel türkü de sokak, yol ve karşı cinsle ilgili. Ama arada o kadar büyük fark var ki farkedebilene.
Daracık sokakta yare kavuştum
Yar aşağı ben yukarı savuştum
Yare bir gül verdim yarnan barıştım
Bir tanecik bu dert yaralar beni
Beni beni beni ceylanım seni
Sürmedim sefanı neyleyim seni
Uy beni beni
Yüce dağ başında yayılır atlar
Yarimin koynuna girmesin yadlar
Mezarımın üstüne bir karış otlar
Bir tanecik bu dert yaralar beni
Beni beni beni ceylanım seni
Sürmedim sefanı neyleyim seni
Uy beni beni
“Daracık sokakta yare kavuştuğu”nuz bir anınız oldu mu hiç?
Nasıl duygudur bilirmisiniz; göz ucuyla birkaç saniyelik kaçamak bakışmak. Ve sonrasında, hiçbir şey olmamışcasına yollarına devam etmeleri sevgililerin. “Yara bir gül”verip “yarla barışmak” Urfa’da imkansızdır, bilir misiniz? Aşk güzel şeydir ama, edep daha da güzelleştirir insanı, insanların gözünde. Sevmek yaradılıştan gelme bir duygudur ama, ahlak da yaradılışın gereğidir.
Ressam-Şair Remzi Kara’nın Urfalıca Aşk’ı ya da Aşkın Urfalıcası’nı tarif eden şu mısralarındaki olayları, halleri ve duyguları kaç Urfalı yaşamamıştır acaba.
Sıcak yaz akşamlarında damlarda yatardık.
Urfalıydık, delikanlının kralıydık amma..
Sevgilinin gözlerine bakmaya
Ya utanır ya da korkardık!..
O akşamın en parlak en berrak yıldızlarını
O’nun gözleri niyetine alır yüreğimizde sabahlatırdık
Ben Leyla, O Mecnun yıldızına bakardık
Kavuşmayan her Urfalı için uyumaz;
Sabahlara kadar hasretle yanar yanar yanardık.
Efsane şehirdik;
Şehrimizin daracık sokakları,
Sokakların üstünde kabaltıları vardı/
Gün olur daracık bir sokakta
Gün olur bir kabaltda karşılaşırdık
İnanın, inanın ben mertçe, o safça;
Öylesine işte azbuçuk bakışırdık
İkimiz bir kaneviçede solmaz nakıştık
Ben Hallürrahman, O Aynızeliha olur;
Gene de gene de kavuşamazdık.
Töreler affetmez!.
Başlık parası yaşa-başa bakmaz bu şehirde.
Bu şehirde: sevenler İbrahim ile Züleyha’dan beri asla kavuşamazdı.
İşte o kavuşmazlar içinde;
Hasrete mahkum edilmiş nice yıllardan sonra.
Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk yıl sonra;
Balıklı Gölde aynı balıklara yem atarken rastlaştık.
O mu o değil mi diye hayretler içinde bakıştık.
O’ydu Allahım kırk yıldır görmediğim.
Hasretine, bir kelimesine bu canı bin defa feda ettiğim
Bir tanemdi O!..
Bakın kırk yıl sonra neler neler konuştuk Urfalıca:
“Nasılsan bacım”
“Sağol kardaş eyiyem, sen nasılsan”
Ben de eyiyem bacım, çoluk çocuk nasıl?”
“Eli öper!. Ya seninkiler, ya seninkiler kardaş?”
“Eli öperler, köley olurlar”
Ancak bu kadar konuşabildik.
O bana bacı, ben artık ona kardaştım.
Parlak yıldızlarımızı, umutlarımızı..
Korkak ve mahçup Urfalılığımızı,
Avuçlarımıza alıp Urfa’nın kızgın güneşine tuttuk;
Erittik, erittik, Balıklı Göle karıştık.
İşte biz, bu efsane şehirde;
Efsane aşıklardık!..
Bu gece bir odaya davetliyiz.
Belki çift bölümlü bir evin selamlığının baş odasında, belki de tarihi bir hanın; Mıkım Tahir’in, Kel Hamza’nın, Nuri Hafız’ın, Bekçi Bakır’ın, Tenekeci Mahmut’un ve daha nice ustaların sesleriyle mest olmuş; tavanı çatma tonozlu odalardan birinde buluşacağız dostlarla.
İşleri.. aşları.. yaşları.. başları ve hatta eşleri denk insanların bir araya geldikleri bu ortamı doya doya solumadan ve oda geleniğinin ritüellerinin uygulanışını gözlerinizle görmeden Urfa Musikisinin tadına varmanız mümkün olmayabilir çünkü. Oda geleneğimizi birebir yaşamalısınız Urfa’yı ve Urfalıları tanıyabilmek için.
(30 Kasım 2012, 23:35)