Asker dönüşü, “Çelikhan’a git,” dediler. “İş çok, başında durmalısın.”
“Araba verecek misiniz?” dedim.
“Yok,” dediler.
Gerçekten yok; biliyorum. Çelikhan'a giden aracın aynı gün dönmesi gerekiyor. Birden fazla şeflik var, hepsinin işini görüyor. Tek araç, üç şeflik... Bazen günlerce kalmak gerekiyor. Aynı gün dönemezsin. Saha büyük, iş çok. Yüzlerce işçi... Çelikhandan, Koseuşağından ve diğer köylerden... Sahalara yürüyerek çıkılıyor. İşçiler traktörle, sen yaya...
Evliyim. Çoçuğum var.
“Evi götürelim,” dedim.
“Olur,” dediler, fakat ev yok.
Lojman zaten yok.
“Ev olmadan gitmem,” deyince altmışlı yıllarda bölge şeflerinin ahır olarak kullandıkları yeri gösterdiler. Şaka değil gerçek. Bildiğimiz ahır. Şeflerin atları varmış o yıllarda. At için yapmışlar.
“Bakalım,” dedim.
Gittik baktık. Sonradan ikiye böldükleri taş duvarlı iki küçük oda. Birinde at diğerinde sap saman… Epey zaman odunluk olarak kullanılmış. Şimdi boş. Fareler cirit atıyor. Duvarlar yarı metre. Çatılı. Tek kanatlı iki küçük pencere var. Su akmıyor. Çelikhan dağlık, her taraf çay, çeşme ama susuz. Belediye fakir. Halk fakir. Bir de tütüncülük yaptıkları için su kıymetli, hangi köyün sınırlarındaysa el koyuyor, vermiyorlar. Haklılar. Su olmadan tütün olmaz. Tütün olmadan ekmek olmaz.
Uzatmayayım; topladım tası tarağı, düştük yola.
Ben varmadan temizlemişlerdi ahırı. Pardon konutu. Fare bokunu, kuş bokunu... silmiş süpürmüşler.
Su gene yok. Şefliğin kuyusundan idare edeceğiz. Eh, ne diyelim; geldik bi kere. Katlanacağız. Olmadı bidonla idare edeceğiz.
Eşyaları koyduk, yerleştik. Hanım, ben, oğlan… ve ahır... İki sarı ışıklı ampül... akmayan su... fare delikleri... kuş yuvaları...
İki yaşında oğlan. Ahırda kaldığından habersiz. Yarın bir gün büyüdüğünde fare boku içinde uyuduğunu, tepesinden aşağıya kuş boku döküldüğünü bilmeyecek.
Gelmesem de yürüyecek işlerin arkasına düşüp gelmek nasıl bir meslek aşkı, siz düşünün. Benim gelişimden çok, beni gelmeye zorlayan anlayış sakat. Ahlaksız.
Kenef yaptık en önce. Sızdırmalı…
Suyu bidonlardan içiyoruz. Her gün fare boku temizliyoruz ordan burdan. Akrep, yılan, çiyan da cabası. Korkudan uyuyamıyoruz.
Denetimli serbestlik. Zorunlu ikamet. Gönüllü sürgün.
Sabah düşüyorum yola, iki saatte ancak varıyorum işçilerin yanına.
Varınca dizlerimde derman kalmıyor. Gelmiş olmak için geliyorum. Yüzlerce işçinin yaptığı işi gezip görmek mümkün değil. Benden utandıkları için çalışıyor adamlar. Şef görürse ayıp olur kabilinden. Vicdan ve ahlâk meseisi... Haram helal meselesi...
Bir gün pikabın geldiğini, bana uğramadan gittiğini öğrendim.
FAO’dan yağ, pirinç, mercimek hibesi almıştık o yıllar. Devlet olarak... Her ay düzenli dağıtılıyordu. Ben de alıyordum. Fazla olduğu için eşe dosta dağıtıyordum. Bir torba pirinç, iki üç ay da biter mi! Sene de bitmez. Elli kilo. Her gün yarım kilo yesen yüz gün eder.
Dağıtmış dönmüşler memurlar.
Ahırda kalmak neyse de hesaba alınmamak içime oturmuştu. O dakka topladık eşyaları.
Gece yarısı Adıyaman’a vardık. Götüremediğimiz eşyaları babamlara bırakmıştık. Geceyi burada geçirip sabaha ev arayacaktım.
Yarım saat geçmedi müdür aradı. Beni ne kadar sevdiğini, bensiz işlerin yürümeyeceğini, gelmemin hata olduğunu, şartların zamanla iyileşeceğini sıraladı. İşlediği haltın farkında, kapatmaya çalışıyor. Yer miyim! Telefonu suratına kapatmamak için zor tuttum kendimi.
“Sabaha görüşürüz,” dedim, kapattım.
Kahvaltıdan sonra dayandım kapıya. Müdür beni bekliyor. Anlattım durumu. Hoş olmamış dedi. Sana uğramalıydılar. Onlar işlerini yaparken, sen aracı alıp sahalara çıkmalıydın. Harika konuştu. İtiraz edilecek hiçbir yanı yoktu konuşmasının. Ayıp etmişler dedi. Yanlış yapmışlar dedi. Evi getirdigimi, bir daha gitmeyeceğimi söyledim çıktım.
Odama geçince memur arkadaşları çağırdım, neden bana uğramadiklarini sordum. Müdürden habersiz, kendi kafalarına göre nasıl hareket ederler? Utanmadınız mı?
"Müdür beyin haberi var. Sana uğramadan gelmemizi o istedi," demesinler mi?
Sizce ne yapmalıydım?