Bazen bir türküde kendinizi bulursunuz, bazen bir şiirde… Bazen bir romanın bir kahramanı sizi peşine takıp sürükler, olmayan bir kadını sever, olmayan bir sevdaya düşersiniz. Bazen de bir film seyredersiniz, alıp götürür sizi. Tıpkı Sevmek Zamanı filminin kahramanı gibi hem hayalin hem hakikatin kadınına âşık olursunuz. Hakikat ile hayal iç içe geçer, gerçekliği kaybedersiniz. Hakikatteki kadın ruhunuzu emziremez ama hayaldeki kadın emzirir. Görenler sizi bir resme tapan putperest sanır. Oysa siz resmin ötesindekine güzelliğe âşık olmuşsunuzdur. Zira resme âşık olmak ressamı da sevmektir. Resmi beğenmeyen ressamı beğenir mi? Yaratılanı güzel gören şair, gerçekte yaratanı görmüştür. Tıpkı çiçekte, böcekte, toprakta yaratıcıyı görmek gibi. Aşk bir gülün kokusunda, bir çiçeğin renginde, bir kadının güzelliğinde yaratıcıyı görmek değil midir? Lotus çiçeğinin güneş doğarken açılıp, batarken kapanması, tanrısal büyüklük karşısında bir bitkinin zikri, aşkı değil midir?
Ne yazık ki bakanlar görmez/anlayamaz, ancak görenler anlayabilir aşkı! Bilmezler kadında, “kendisinde olmayanı” istemenin ne demek olduğunu ve ulaştığınızda “hasretin” yerinde kaldığını… Bir resme veya bir kadına âşık olup hakikati kaybettiğinizde diğer insanlardan ayrılırsınız. Sizin hakikatiniz onların hayali, onların hayali sizin hakikatiniz olur. Kendilerine benzemediğiniz için size “deli” derler. Oysa aynı insanlar Leyla ile Mecnun aşkını yüceltmiştir. Leyla ile Tanrı arasında tercih yapmak zorunda kalınca; Tanrı’yı tercih eden Kays’ı övmüş, onu âşıklar sultanı yapmışlardır. Siz, Leyla’nın yakasından düşmediğiniz için rezil, Kays, Leyla’nın yakasından düşüp Tanrı’yı tercih ettiği için vezir olmuştur. Siz Leyla’yı tercih edip yüz dönmediğiniz için “deli”, Kays, Leyla’ya sırtını dönüp tanrıyı tercih ettiği için “veli”dir… Leyla’nın adını çıkarıp âleme ifşa eden Mecnun’u överler de, aşkına sadık kalıp trajedisini içine gömen, ifşa etmeyen Leyla’yı yererler. Kays’ı, “Mecnun” diye övüp dururlar da Leyla’nın ne acılar yaşadığını bilmezler. Leyla’nın kara kuru bir kadın olduğunu söyleyip iftira atarlar. Oysa bilmezler ki, o kara kuru kadın kıvılcımı çakmış, ilk gönül ateşini yakmıştır.
Delilik ile mecnunluk arasındaki fark; ilkinin hayvani, ikincisinin insani görülmesidir. Kadına aşk olmazsa, tanrıya olan aşkı kul nasıl bilecek? Kadını sevmenin ne günahı var? Gönül öyle büyüktür ki, tanrının sığdığı tek yerdir. Böylesine büyük bir gönüle niçin bir kadın, bir tanrı sığmasın? Bir anda iki kişiyi niçin sevmesin gönül? Zahitlerin dediği gibi illa ki tek kişiyi sevmek zorunda mıyız? “Ne kadınlar sevdim” diyen şairin aşklarını nereye koyacağız? Aşkımız zahitlerin aşkına uymak zorunda mı? Mecnun olup hem Leyla’yı hem Allah’ı sevemez miyiz? Rindlerin aşkı uymaz zahitlerin sazına… Çünkü onların elindeki tel başka çalar dilleri başka söyler… Anlamaz zahitler rindlerin aşkını. Zahitler, bu yüzden bir kadın uğruna savrulup giden nice âşıkları günahkâr saymışlardır. Yalnız Mecnun’u istisna görüp onun adını yazmışlar âşıklar kitabına altın harfle. Ve ilahi aşkın sembolü olmuş mecnun! Oysa gerçek aşk Leyla’nın çektikleridir. Asıl aşk, Leyla’ya sırt dönmeden Tanrıya ulaşmaktır. Bir aşığı, bir kadının gönlünü incitmenin günahıyla Mecnun nasıl aşkınlığa ve tanrıya ulaşmıştır? Yarın ruzi mahşerde nasıl hesap verecek? Leyla’nın kırılmış kalbini nasıl onaracak? Bunu zahitlerin/sufilerin sorgulaması gerekmez mi? Fuzuli’nin Mecnun’u öven şiirlerine karşılık Leyla’yı öven, onun trajik aşkını anlatan şiirler niçin yazılmamıştır? Bilinmelidir ki Leyla’nın trajedisine yer vermeyen âşıklar kitabı her zaman eksik kalacaktır. İlahi aşk mı? Amenna! Peki, beşeri aşkın ne günahı var? Ne günahı var resmi ve ressamı sevmenin...